31 Aralık 2011 Cumartesi


Zamana söz geçmiyor. Zaman senin gözünün yaşına bile bakmıyor. Ya da ardından atlı kovalarmış gibi koşturuyor ya da “bir ki” yerinde sayıp duruyor. Zaman, seni ya büyütüyor, kocaman yapıyor ya da küçücük, minicik hale getiriyor. Zaman kör bir kuyu ve içine düşünce ne olacağı hiç belli olmuyor.
Okul, iş, çamaşır yıkama, ders çalışma, orada burada oyalanma derken saniye gibi koşan akrebe bakıyorsun, o da iki yüzlü.  Günler geçmiyor, günler yetmiyor ama haftalar geçmiyor. Haftalar, aylar; aylar, yıllar oluyor. Hayatının son 3 ayına baksan, arabesk bir insan olup “O eski halimden eser yok şimdi.” diye başlayacaksın çünkü. Gerçekten de o eski halinden eser yoktur şimdi. Yıllarla değişemeyip aylarla değişiyorsun. Her gün yeni biriyle tanışıyorsun, aynada. Zaman değiştiriyor, eskiyi götürüyor, yeniyi getiriyor. 
Zamanla ilişkiler arasında bağlantı kurmaya çalışıyorsun ki, çok yanılıyorsun. Bazen bazı insanlar aylık dilimlerde hayatına o kadar giriyor, o kadar sarıp sarmalıyor ki seni; yıllarla bağlı olduğun insanlar yanında solda sıfır kalıyor. Bazen o kadar bile değerli kalmıyor.
Zaman, bazen seni o kadar değerli insanlarla tanıştırıyor ki, alıp kumbaranda muhafaza etmek istiyorsun onları.
Zamanı bazen arkasından itmek, bazen ellerinle yakalayıp bırakmamak gerek.
Bazen sırf zaman kaybetmemek, yaşamdan biraz daha uzak kalmamak için günde 2 saat uykuyla yetinmeye çalışıyorsun. Yaşamdan çalmasın sırf diye. Yaşam seni kabul etsin, içine alsın, ucundan kıyısından yaşamı yakalayabil diye, otobüste, ders arasında, minibüste, uçakta uyuyorsun. Sırf zaman daha da yaşamı senden çalmasın diye. Zaman çok yoruyor.
Zaman, insanı çok kırıyor, çok yoruyor. Planlardan nefret ediyorsun. Bazen hayatına öyle insanlar geliyor ki, bütün planları, programları silip atıyor. Otururken hadi diye kalkıp yarım saat yol gidip 2 bira içip geliyorsun. Kendiliğinden olan şeyler hep güzel oldu zaten. Zaten hayatından şu planları, programları, hayalleri atsan, zaman da olduğu yere sinip kalacak. Hayatına bu kadar müdahale etmek ne haddine o zaman onun. Olmuyor ama işte o da
Bazen öyle zamanlar oluyor ki, gece sokakta yavaş yavaş yürüyorsun, kafanı kaldırıp göğe bakıyorsun, yağmurda ıslanıyorsun, terasta yıldızları izliyorsun, güzel bir sohbetle bir bardak çayı boğazından akıtıyorsun, umursamadan, düşünmeden yaşıyorsun.
Yaşadığın zamanlar çok güzel.
Zaman, sevmediklerini sevdiklerin; sevdiklerini sevmediklerin yapıyor. Zaman alıyor, götürüyor, getiriyor, yakıyor, yıkıyor, armağan ediyor.
Zaman 
Solgun sessiz gri bir koridordu 
Orada çok üşüdüm.
Zaman bazen çok yoruyor, eskitiyor.
Bak işte, ağladın, güldün, kahkaha attın, yedin, içtin, uyudun, sevindin, üzüldün, kırıldın, düştün, kalktın, emekledin, koştun, süründün, çabaladın, koyverdin, kaçtın, kovaladın, sevdin, sevilmedin, nefret ettin, bağrına bastın, bağlandın, soğudun, korktun, mutlu oldun, mutsuz oldun, umutsuz oldun… Neler yaşadın, yaşamaya çalıştın, yaşayamadın, yaşamadın. Bir yıl daha bitti. Koca bir yıl daha bitti. Şimdi umutsuz bir umut ve korkan gözlerinle 31 Aralık saat 12’yi bekliyorsun yine. Yine. Bak koskoca bir yıl daha bitti. Yıktı, geçti, armağan etti, eldekileri aldı. Koskoca bir yıl bitti. 
Zaman çok korkutuyor.
Umutlu yıllar.
Yeni yıldan tek beklentiniz, beklentisiz bir hayat olsun.

22 Aralık 2011 Perşembe


İnsan ne yaparsa kendine yapıyor. Bazen de insana sadece kendisi iyi geliyor. Zaten bir sen varsın, bir de kendin.
Sabah kalkıp kendine “Günaydın” diyorsun, aynaya bakıp “İyisin bugün iyi.” diye kendinle konuşuyorsun, üzülünce kendine sarılıyorsun, yolcu ederken kendi omzunu öpüyorsun. Kendi yanağını öpemiyorsun ama omuzlar bunun için var.
Bazen diyaloglardan çok monologlar iyi geliyor sana.
Kendine ne kadar kızarsan kız, kendi kendine tokat atamıyorsun. 
Kimseye gitme. Kendine gel.
Kendi omuzlarından tutup silkeleyemiyorsun ama kendini, “Kendine gel!” diye.
Bazen kendi kendine kendine gelemiyorsun.
Bir sen varsın, bir de sen ama işte. Hani hep dersin ya, “İnsan kendini bırakıp gidemiyor.” diye. Bir tek insanın kendisi kendisini bırakmıyor. Bir tek sen, seni bırakmıyorsun. Bazen kendini iyice bırakıyorsun ama seni bırakmıyorsun yine de. Bırakıp gidemiyorsun.
Doğarken bile yalnız doğuyorsun zaten. Bir elin tutup çektiğine bakma. O kadar yolu kendin gidiyorsun. Hiç görmediğin bir dünyaya çıkmaya tek başına cesaret ediyorsun. Yalnız doğuyorsun, yalnız ölüyorsun. Ölürken de ne bir şeyi, ne de bir kimseyi götürebiliyorsun zaten. O yüzden o aradaki kısımları atla gitsin. Geldiğin gibi gidiyorsan, geldiğin ve gittiğin gibi geç.
Bazen insan kendi kendinin hep annesi, hem babası, hem dostu, hem düşmanı, hem sevgilisi oluyor. Zaten sadece insanın kendisi, her şeyi olabilir.
Git de ayağına bir şey giy.
Paranı fazla harcama.
Alışveriş yap. 
Yemek ye.
Üzülme.
Post-itlere kendine notlar yazıp bırakıyorsun bazen. Bazen de kendine mektuplar yazıyorsun ki, görünce sevin sen diye.
İnsan her şeyi kendine yapıyor. Kendini üzüyor, kendini sevindiriyor, kendine kızıyor, kendi kendini umutlandırıyor.
Bir tek kendine ihtiyacın var aslında ama bazen kendin de seni bırakıyor gibi oluyor ya, işte o korkutuyor.
Bazen kendine, “Yeter artık üzülme.” diye sarılasın geliyor.
Bir sen varsın, bir de kendin.
Yalnız değilsin, korkma kendin varsın.
Yalnız değilim, korkma ben varım.
İçindeki küçük kıza söyle, çok şeker yemesin. İçindeki genç kıza söyle, herkese bağlanmasın. İçindeki yaşlı kadına söyle, geçmişi unutsun.
İçin çok kalabalık. 
Kendin çok kalabalıksın.
Korkma, sen varsın.

Mutsuzluk insanları masallardaki kötü cadılara çeviriyor. O, baş kahramanların mutluluğunu kıskanan çirkin cadı da kesin mutsuzdu. Diyorum ya, o sadece mutsuzdu aslında. Onu kötü gösteren yazarlar suçluydu. Masallardaki mutlu kahramanların da hepsi geri zekalıydı zaten. Külkedisi daha ayağındaki ayakkabıya sahip çıkamayacak kadar geri zekalıydı, Pamuk Prenses ormanın derinliklerine koşarken başına bir şey gelip gelmeyeceğini sorgulamıyordu bile. Sorgulamıyordu. Kırmızı Başlıklı Kız daha anneannesini tanımıyordu. Yazarlar hep böylelerinin tarafındaydı. Hayatın yazarı da, Tanrı da…
Bu insanlar neden bu kadar mutlu?
Ben bazen o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda mutlu insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Ben bazen o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda mutsuz insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Ben bazen  o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Sorun mutsuzluk da değil aslında. Bağışıklık sistemi çökmüş vücut gibiyim. En küçük mikropla yatak döşek hasta. İlaç yok ama.
Ben bazen sağ yanağıma vurana, sol yanağımı çeviriyorum.
Çok savunmasızım.
Ben aslında sorun ne bilmiyorum. Sen anlasana. Bana da anlatsana

18 Aralık 2011 Pazar

Aslında hiç bu kadar hiç olmamıştım.


Sen hiç “hiç” oldun mu?
“Have you ever…” kalıbı gibiyim.
Benim hiç bu kadar ne yaptığımı bilmediğim olmamıştı. Hiç bu kadar kendimi kaybetmemiştim. Kendimi hiç bu kadar aramamıştım. Ben artık gerçekten kendimi koyduğum yeri bulamıyorum. Ben zaten hiç, hiçbir şeyin yerini bulamam.
Hayat bazen “hiç.”
-Ne yapıyorsun?
+Hiç.
Hiçbir şey yapmıyorum.
Ne yaptığımı hiç bilmiyorum.
Ben daha önce hiç kendimi insanlara bu kadar anlatmadım. Ben daha hiç bu kadar dağılmadım, dağıtmadım. Ben daha önce hiç bu kadar güçsüz görünmedim. Ben daha önce hiç bu kadar insanın beni kurtarmaya çalıştığını görmedim.
Bazen bakıyoruz da görmüyoruz.
Bazen bakıyorum, bakıyorum görmüyorum.
Görsek, bir görsek… Bir görsem…
İnsanlar var hayatımda. Daha birkaç ay önceye kadar “Artık hayatıma daha fazla insan almayacağım.” diye konuşup duruyordum. Prensiplerim vardı ya benim.
Aslında belki de hayatımda çok insan yoktur. Aslında yok ama şehrin en ıssız sokağıyken şimdi şehrin en işlek caddesi gibi olmak yorucu değil mi sanki?
İnsanlar geliyor, insanlar gidiyor, insanlar geçiyor…
İnsanlar beni çok yoruyor.
İnsanlardan çok yoruldum. Sevdiklerimden çok yoruldum, sevmediklerimden çok sıkıldım. Ben kendimi bile taşıyamazken, insanların ağırlığını kaldıramaz hale geldim. Kafam bana çok ağır geliyor. Bazen elime alıp gezebilsem kafamı diyorum. Vücudum kafamı taşıyamıyor. Ayaklarım sürükleniyor.
Burada çok güzel insanlar tanıdım. Giderlerse diye çok korkuyorum.
Ben artık lafı hiç uzatmıyorum. Hiç bu kadar net konuştuğum olmamıştı. Çat diye bir telefona böyle bir mesaj atıyorum. Gülerken çat diye kesip “Çok mutsuzum.”diyorum.
Korkuyorum. Hala çok korkuyorum. 
Oturup içki içip beynimi şişede bırakıyorum. Çok tuhaf diyorum. Kollarımı taşıyamıyorum. Sarhoş değilim de kendimde hiç değilim diyorum.
Kendime bile gelmek istemiyorum.
Ben bile kendimden gidiyorum zaten baksana.
Ne yaptığımı çok iyi biliyorum ama ağlıyorum, konuşuyorum da konuşuyorum. Ben hayatımı daha önce hiç bu kadar açık saçık yaşamamıştım diyorum.
Bir yandan otları koparıyorum terasta, açık havada; bir yandan da gayet sakin diyorum ki” Sadece biri beni sahiplensin istiyorum. Birine ait olmak istiyorum.”
Geri zekalı, o kadar hızlı içmesene diyorum. 2 bira, salak mısın diyorum.
Sonra diyorum ki aman boşver. Sarhoş ayağına yat da anlat, sarhoş ayağına yat da ağla, sarhoş ayağına yat da sarıl.
Battı balık yan gider.
Hiç bu kadar prensiplerimden uzaklaşmamıştım. Hiç bu kadar kendimden uzaklaşmamıştım. Uzaklaşacağıma bırakabilsem ya diyorum. Aman neyse.
“Ben kimim?” diyorum. Melis böyle şeyler hayatta yapmaz. Hayatta mıyım? 
Ben kendimi tanıyamıyorum. İnsanlar bu zamanlarda beni tanıyor. İnsanlar beni tanımıyor. İnsanlar kimi tanıyor?
Bu kadar değişimi kaldıramıyorum. Bu kadar yenilik, bu kadar prensipsizlik. 
Ya kurallarım?
Aman canım diyorum. Aman.
Pi sayısı mıyım ki sabit kalayım.
Kalamam ki. 
Olmak istediğim kişiden çok uzaktayım. Olduğum kişiyi sevmek zorundayım. 
Olmak istediğin kişi olmak için çok geç artık.
Artık kimsem onu sevmeliyim. Belli ki o beni pek bir seviyor.
Hiç bu kadar salak olmamıştım.
Hiç bu kadar salaklık yapmamıştım.
İçimde öyle bir boşluk var ki; bir şey atsan tıngırdarım.
Bakma sen bana. Burada daha önce hiç iyi olmadım kadar iyiyim.
Hiç bu kadar yalnız olmadığımı hissetmemiştim.
Aslında hayatım “hiç”.
Hiç.
Bazen sen de kuyrukta etrafına bakarken, arkadan itilerek ilerliyormuş gibi yaşadığını düşünmüyor musun?
Hiç.
Bazen uzaklaşmak gerek. Bazen sevdiklerinden uzaklaşmak gerek, bazen sevmediklerinden uzaklaşmak gerek. Bazen tüm düşünceleri göğün en yüksek yerinden aşağı bırakmak gerek. 
Gözün daldığında uzun süre baktığın şeyin bir süre sonra yavaşça görünmez olması gibi bazı şeyler. Ne kadar uzun süre bakarsan, o kadar göremez oluyorsun. Bazen bakmamak gerek, bazen uzaklaşmak, gitmek gerek.
Bazen duvardaki tabloyla odaklanıyorsunuz. Uzun süre sadece ona bakıyorsun. Tek derdin o oluyor. Orada, neden o renklerin fazla kullanıldığını düşünmekten başka şey düşünemiyorsun. Tablonun yamukluğu sinirini bozuyor, kalkıp düzeltemiyorsun. Tek derdin o tablo oluyor. Halbuki tablodan başka şeylere de bakarken o tablo gayet güzeldi diyorsun. Bazen, uzun süre bakmamak gerek.
Pi sayısından nefret ediyorsun. Çünkü sabitlik seni çok yoruyor. Sabitlik ayaklarına kramp girmesine sebep oluyor.
Sanat filmlerinin sana sıkıcı gelmesinin sebeplerini fark ediyorsun. Ağır düşünceler, sabit bir noktaya bakmalar, monoton hayatlar, filmdeki yağmur sesleri, nefes alıp vermeler, yavaş hareketler, her gün aynı şeyleri yapmalar seni sıkıyor. Çünkü filmi sende olmayanı görmek için izliyorsun. Romantik komediler sana göre mesela. Bir anda güzelleşen kız, kızı deli gibi seven çocuk, çekingen kızın parlayışı, gerçek aşk, mutlu son… Sende olmayanı görmek istiyorsun.
Bazen özlemek gerek. Özlenmek gerek. Bazen özlenip özlenmeyeceğini denemek gerek. 
Bazen uzaklaşmak gerek.
Kıymetini bilmek için gitmek gerek.
Bazen gerçekleri görmek gerek. Hayalleri şehrin ıssız sokağında terk edip gitmek gerek. Onlar kötü, onlar can yakıcı, onlar acımasız. Zaten sevdiğin her şey, bir süre sonra canını yakıyor.
Bazen asla mutlu olmayacağını bilmek gerek. Kendini bilmek gerek.
Küçük mutluluklar senin olsun. Tanıdık kokular, patates kızartmaları, beklenmeyen bir anda beklemediğin bir kişiden gelen beklemediğin küçücük hatta belki onun için bir şey ifade etmeyen ama senin için önemli olan cümleler senin olsun.
Bazen bir çim adam olmak, hisleri olan bir canlı olmaktan daha güzel.
Tekrar ediyorum, hisler bir halta yaramayan ıvır zıvırlar.
Hayat bazen çok tuhaf.