31 Aralık 2011 Cumartesi


Zamana söz geçmiyor. Zaman senin gözünün yaşına bile bakmıyor. Ya da ardından atlı kovalarmış gibi koşturuyor ya da “bir ki” yerinde sayıp duruyor. Zaman, seni ya büyütüyor, kocaman yapıyor ya da küçücük, minicik hale getiriyor. Zaman kör bir kuyu ve içine düşünce ne olacağı hiç belli olmuyor.
Okul, iş, çamaşır yıkama, ders çalışma, orada burada oyalanma derken saniye gibi koşan akrebe bakıyorsun, o da iki yüzlü.  Günler geçmiyor, günler yetmiyor ama haftalar geçmiyor. Haftalar, aylar; aylar, yıllar oluyor. Hayatının son 3 ayına baksan, arabesk bir insan olup “O eski halimden eser yok şimdi.” diye başlayacaksın çünkü. Gerçekten de o eski halinden eser yoktur şimdi. Yıllarla değişemeyip aylarla değişiyorsun. Her gün yeni biriyle tanışıyorsun, aynada. Zaman değiştiriyor, eskiyi götürüyor, yeniyi getiriyor. 
Zamanla ilişkiler arasında bağlantı kurmaya çalışıyorsun ki, çok yanılıyorsun. Bazen bazı insanlar aylık dilimlerde hayatına o kadar giriyor, o kadar sarıp sarmalıyor ki seni; yıllarla bağlı olduğun insanlar yanında solda sıfır kalıyor. Bazen o kadar bile değerli kalmıyor.
Zaman, bazen seni o kadar değerli insanlarla tanıştırıyor ki, alıp kumbaranda muhafaza etmek istiyorsun onları.
Zamanı bazen arkasından itmek, bazen ellerinle yakalayıp bırakmamak gerek.
Bazen sırf zaman kaybetmemek, yaşamdan biraz daha uzak kalmamak için günde 2 saat uykuyla yetinmeye çalışıyorsun. Yaşamdan çalmasın sırf diye. Yaşam seni kabul etsin, içine alsın, ucundan kıyısından yaşamı yakalayabil diye, otobüste, ders arasında, minibüste, uçakta uyuyorsun. Sırf zaman daha da yaşamı senden çalmasın diye. Zaman çok yoruyor.
Zaman, insanı çok kırıyor, çok yoruyor. Planlardan nefret ediyorsun. Bazen hayatına öyle insanlar geliyor ki, bütün planları, programları silip atıyor. Otururken hadi diye kalkıp yarım saat yol gidip 2 bira içip geliyorsun. Kendiliğinden olan şeyler hep güzel oldu zaten. Zaten hayatından şu planları, programları, hayalleri atsan, zaman da olduğu yere sinip kalacak. Hayatına bu kadar müdahale etmek ne haddine o zaman onun. Olmuyor ama işte o da
Bazen öyle zamanlar oluyor ki, gece sokakta yavaş yavaş yürüyorsun, kafanı kaldırıp göğe bakıyorsun, yağmurda ıslanıyorsun, terasta yıldızları izliyorsun, güzel bir sohbetle bir bardak çayı boğazından akıtıyorsun, umursamadan, düşünmeden yaşıyorsun.
Yaşadığın zamanlar çok güzel.
Zaman, sevmediklerini sevdiklerin; sevdiklerini sevmediklerin yapıyor. Zaman alıyor, götürüyor, getiriyor, yakıyor, yıkıyor, armağan ediyor.
Zaman 
Solgun sessiz gri bir koridordu 
Orada çok üşüdüm.
Zaman bazen çok yoruyor, eskitiyor.
Bak işte, ağladın, güldün, kahkaha attın, yedin, içtin, uyudun, sevindin, üzüldün, kırıldın, düştün, kalktın, emekledin, koştun, süründün, çabaladın, koyverdin, kaçtın, kovaladın, sevdin, sevilmedin, nefret ettin, bağrına bastın, bağlandın, soğudun, korktun, mutlu oldun, mutsuz oldun, umutsuz oldun… Neler yaşadın, yaşamaya çalıştın, yaşayamadın, yaşamadın. Bir yıl daha bitti. Koca bir yıl daha bitti. Şimdi umutsuz bir umut ve korkan gözlerinle 31 Aralık saat 12’yi bekliyorsun yine. Yine. Bak koskoca bir yıl daha bitti. Yıktı, geçti, armağan etti, eldekileri aldı. Koskoca bir yıl bitti. 
Zaman çok korkutuyor.
Umutlu yıllar.
Yeni yıldan tek beklentiniz, beklentisiz bir hayat olsun.

22 Aralık 2011 Perşembe


İnsan ne yaparsa kendine yapıyor. Bazen de insana sadece kendisi iyi geliyor. Zaten bir sen varsın, bir de kendin.
Sabah kalkıp kendine “Günaydın” diyorsun, aynaya bakıp “İyisin bugün iyi.” diye kendinle konuşuyorsun, üzülünce kendine sarılıyorsun, yolcu ederken kendi omzunu öpüyorsun. Kendi yanağını öpemiyorsun ama omuzlar bunun için var.
Bazen diyaloglardan çok monologlar iyi geliyor sana.
Kendine ne kadar kızarsan kız, kendi kendine tokat atamıyorsun. 
Kimseye gitme. Kendine gel.
Kendi omuzlarından tutup silkeleyemiyorsun ama kendini, “Kendine gel!” diye.
Bazen kendi kendine kendine gelemiyorsun.
Bir sen varsın, bir de sen ama işte. Hani hep dersin ya, “İnsan kendini bırakıp gidemiyor.” diye. Bir tek insanın kendisi kendisini bırakmıyor. Bir tek sen, seni bırakmıyorsun. Bazen kendini iyice bırakıyorsun ama seni bırakmıyorsun yine de. Bırakıp gidemiyorsun.
Doğarken bile yalnız doğuyorsun zaten. Bir elin tutup çektiğine bakma. O kadar yolu kendin gidiyorsun. Hiç görmediğin bir dünyaya çıkmaya tek başına cesaret ediyorsun. Yalnız doğuyorsun, yalnız ölüyorsun. Ölürken de ne bir şeyi, ne de bir kimseyi götürebiliyorsun zaten. O yüzden o aradaki kısımları atla gitsin. Geldiğin gibi gidiyorsan, geldiğin ve gittiğin gibi geç.
Bazen insan kendi kendinin hep annesi, hem babası, hem dostu, hem düşmanı, hem sevgilisi oluyor. Zaten sadece insanın kendisi, her şeyi olabilir.
Git de ayağına bir şey giy.
Paranı fazla harcama.
Alışveriş yap. 
Yemek ye.
Üzülme.
Post-itlere kendine notlar yazıp bırakıyorsun bazen. Bazen de kendine mektuplar yazıyorsun ki, görünce sevin sen diye.
İnsan her şeyi kendine yapıyor. Kendini üzüyor, kendini sevindiriyor, kendine kızıyor, kendi kendini umutlandırıyor.
Bir tek kendine ihtiyacın var aslında ama bazen kendin de seni bırakıyor gibi oluyor ya, işte o korkutuyor.
Bazen kendine, “Yeter artık üzülme.” diye sarılasın geliyor.
Bir sen varsın, bir de kendin.
Yalnız değilsin, korkma kendin varsın.
Yalnız değilim, korkma ben varım.
İçindeki küçük kıza söyle, çok şeker yemesin. İçindeki genç kıza söyle, herkese bağlanmasın. İçindeki yaşlı kadına söyle, geçmişi unutsun.
İçin çok kalabalık. 
Kendin çok kalabalıksın.
Korkma, sen varsın.

Mutsuzluk insanları masallardaki kötü cadılara çeviriyor. O, baş kahramanların mutluluğunu kıskanan çirkin cadı da kesin mutsuzdu. Diyorum ya, o sadece mutsuzdu aslında. Onu kötü gösteren yazarlar suçluydu. Masallardaki mutlu kahramanların da hepsi geri zekalıydı zaten. Külkedisi daha ayağındaki ayakkabıya sahip çıkamayacak kadar geri zekalıydı, Pamuk Prenses ormanın derinliklerine koşarken başına bir şey gelip gelmeyeceğini sorgulamıyordu bile. Sorgulamıyordu. Kırmızı Başlıklı Kız daha anneannesini tanımıyordu. Yazarlar hep böylelerinin tarafındaydı. Hayatın yazarı da, Tanrı da…
Bu insanlar neden bu kadar mutlu?
Ben bazen o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda mutlu insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Ben bazen o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda mutsuz insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Ben bazen  o kadar mutsuz oluyorum ki yanımda insanların varlığına tahammül edemiyorum.
Sorun mutsuzluk da değil aslında. Bağışıklık sistemi çökmüş vücut gibiyim. En küçük mikropla yatak döşek hasta. İlaç yok ama.
Ben bazen sağ yanağıma vurana, sol yanağımı çeviriyorum.
Çok savunmasızım.
Ben aslında sorun ne bilmiyorum. Sen anlasana. Bana da anlatsana

18 Aralık 2011 Pazar

Aslında hiç bu kadar hiç olmamıştım.


Sen hiç “hiç” oldun mu?
“Have you ever…” kalıbı gibiyim.
Benim hiç bu kadar ne yaptığımı bilmediğim olmamıştı. Hiç bu kadar kendimi kaybetmemiştim. Kendimi hiç bu kadar aramamıştım. Ben artık gerçekten kendimi koyduğum yeri bulamıyorum. Ben zaten hiç, hiçbir şeyin yerini bulamam.
Hayat bazen “hiç.”
-Ne yapıyorsun?
+Hiç.
Hiçbir şey yapmıyorum.
Ne yaptığımı hiç bilmiyorum.
Ben daha önce hiç kendimi insanlara bu kadar anlatmadım. Ben daha hiç bu kadar dağılmadım, dağıtmadım. Ben daha önce hiç bu kadar güçsüz görünmedim. Ben daha önce hiç bu kadar insanın beni kurtarmaya çalıştığını görmedim.
Bazen bakıyoruz da görmüyoruz.
Bazen bakıyorum, bakıyorum görmüyorum.
Görsek, bir görsek… Bir görsem…
İnsanlar var hayatımda. Daha birkaç ay önceye kadar “Artık hayatıma daha fazla insan almayacağım.” diye konuşup duruyordum. Prensiplerim vardı ya benim.
Aslında belki de hayatımda çok insan yoktur. Aslında yok ama şehrin en ıssız sokağıyken şimdi şehrin en işlek caddesi gibi olmak yorucu değil mi sanki?
İnsanlar geliyor, insanlar gidiyor, insanlar geçiyor…
İnsanlar beni çok yoruyor.
İnsanlardan çok yoruldum. Sevdiklerimden çok yoruldum, sevmediklerimden çok sıkıldım. Ben kendimi bile taşıyamazken, insanların ağırlığını kaldıramaz hale geldim. Kafam bana çok ağır geliyor. Bazen elime alıp gezebilsem kafamı diyorum. Vücudum kafamı taşıyamıyor. Ayaklarım sürükleniyor.
Burada çok güzel insanlar tanıdım. Giderlerse diye çok korkuyorum.
Ben artık lafı hiç uzatmıyorum. Hiç bu kadar net konuştuğum olmamıştı. Çat diye bir telefona böyle bir mesaj atıyorum. Gülerken çat diye kesip “Çok mutsuzum.”diyorum.
Korkuyorum. Hala çok korkuyorum. 
Oturup içki içip beynimi şişede bırakıyorum. Çok tuhaf diyorum. Kollarımı taşıyamıyorum. Sarhoş değilim de kendimde hiç değilim diyorum.
Kendime bile gelmek istemiyorum.
Ben bile kendimden gidiyorum zaten baksana.
Ne yaptığımı çok iyi biliyorum ama ağlıyorum, konuşuyorum da konuşuyorum. Ben hayatımı daha önce hiç bu kadar açık saçık yaşamamıştım diyorum.
Bir yandan otları koparıyorum terasta, açık havada; bir yandan da gayet sakin diyorum ki” Sadece biri beni sahiplensin istiyorum. Birine ait olmak istiyorum.”
Geri zekalı, o kadar hızlı içmesene diyorum. 2 bira, salak mısın diyorum.
Sonra diyorum ki aman boşver. Sarhoş ayağına yat da anlat, sarhoş ayağına yat da ağla, sarhoş ayağına yat da sarıl.
Battı balık yan gider.
Hiç bu kadar prensiplerimden uzaklaşmamıştım. Hiç bu kadar kendimden uzaklaşmamıştım. Uzaklaşacağıma bırakabilsem ya diyorum. Aman neyse.
“Ben kimim?” diyorum. Melis böyle şeyler hayatta yapmaz. Hayatta mıyım? 
Ben kendimi tanıyamıyorum. İnsanlar bu zamanlarda beni tanıyor. İnsanlar beni tanımıyor. İnsanlar kimi tanıyor?
Bu kadar değişimi kaldıramıyorum. Bu kadar yenilik, bu kadar prensipsizlik. 
Ya kurallarım?
Aman canım diyorum. Aman.
Pi sayısı mıyım ki sabit kalayım.
Kalamam ki. 
Olmak istediğim kişiden çok uzaktayım. Olduğum kişiyi sevmek zorundayım. 
Olmak istediğin kişi olmak için çok geç artık.
Artık kimsem onu sevmeliyim. Belli ki o beni pek bir seviyor.
Hiç bu kadar salak olmamıştım.
Hiç bu kadar salaklık yapmamıştım.
İçimde öyle bir boşluk var ki; bir şey atsan tıngırdarım.
Bakma sen bana. Burada daha önce hiç iyi olmadım kadar iyiyim.
Hiç bu kadar yalnız olmadığımı hissetmemiştim.
Aslında hayatım “hiç”.
Hiç.
Bazen sen de kuyrukta etrafına bakarken, arkadan itilerek ilerliyormuş gibi yaşadığını düşünmüyor musun?
Hiç.
Bazen uzaklaşmak gerek. Bazen sevdiklerinden uzaklaşmak gerek, bazen sevmediklerinden uzaklaşmak gerek. Bazen tüm düşünceleri göğün en yüksek yerinden aşağı bırakmak gerek. 
Gözün daldığında uzun süre baktığın şeyin bir süre sonra yavaşça görünmez olması gibi bazı şeyler. Ne kadar uzun süre bakarsan, o kadar göremez oluyorsun. Bazen bakmamak gerek, bazen uzaklaşmak, gitmek gerek.
Bazen duvardaki tabloyla odaklanıyorsunuz. Uzun süre sadece ona bakıyorsun. Tek derdin o oluyor. Orada, neden o renklerin fazla kullanıldığını düşünmekten başka şey düşünemiyorsun. Tablonun yamukluğu sinirini bozuyor, kalkıp düzeltemiyorsun. Tek derdin o tablo oluyor. Halbuki tablodan başka şeylere de bakarken o tablo gayet güzeldi diyorsun. Bazen, uzun süre bakmamak gerek.
Pi sayısından nefret ediyorsun. Çünkü sabitlik seni çok yoruyor. Sabitlik ayaklarına kramp girmesine sebep oluyor.
Sanat filmlerinin sana sıkıcı gelmesinin sebeplerini fark ediyorsun. Ağır düşünceler, sabit bir noktaya bakmalar, monoton hayatlar, filmdeki yağmur sesleri, nefes alıp vermeler, yavaş hareketler, her gün aynı şeyleri yapmalar seni sıkıyor. Çünkü filmi sende olmayanı görmek için izliyorsun. Romantik komediler sana göre mesela. Bir anda güzelleşen kız, kızı deli gibi seven çocuk, çekingen kızın parlayışı, gerçek aşk, mutlu son… Sende olmayanı görmek istiyorsun.
Bazen özlemek gerek. Özlenmek gerek. Bazen özlenip özlenmeyeceğini denemek gerek. 
Bazen uzaklaşmak gerek.
Kıymetini bilmek için gitmek gerek.
Bazen gerçekleri görmek gerek. Hayalleri şehrin ıssız sokağında terk edip gitmek gerek. Onlar kötü, onlar can yakıcı, onlar acımasız. Zaten sevdiğin her şey, bir süre sonra canını yakıyor.
Bazen asla mutlu olmayacağını bilmek gerek. Kendini bilmek gerek.
Küçük mutluluklar senin olsun. Tanıdık kokular, patates kızartmaları, beklenmeyen bir anda beklemediğin bir kişiden gelen beklemediğin küçücük hatta belki onun için bir şey ifade etmeyen ama senin için önemli olan cümleler senin olsun.
Bazen bir çim adam olmak, hisleri olan bir canlı olmaktan daha güzel.
Tekrar ediyorum, hisler bir halta yaramayan ıvır zıvırlar.
Hayat bazen çok tuhaf.

22 Kasım 2011 Salı

Bazen o kadar kısa zaman dilimleri içerisinde, o kadar çok duyguyu aynı anda yaşıyorsun ki "Nasılsın?" sorusunun cevapları değişse de sabit bir "şimdilik" yerleşiveriyor. "Şimdilik iyiyim, şimdilik mutluyum..." Bazen bu duygu yoğunluğu seni o kadar yoruyor ki; yaşadığın 1 gün, hafızanda parçalara bölünüyor. Sabahı, bir gün; öğleni diğer gün, akşamı bambaşka bir gün ve sen sırf bu yüzden daha çabuk yaşlanıyorsun. Günler, aylar oluyor; aylar yıllar... Büyümüyorsun, yaşlanıyorsun. Bazen, arada bazı evreler atlanır. Bazen delicesine hızlı ruh hali değişiklikleri seni bile korkutuyor. Deliriyorsun sanıyorsun, delirdin sanılıyorsun. Duygular... Duygulardan hep. Bir duygu eksilince oluşan boşluktan. Boşlukları hep yanlış şeylerle doldurmaktan. Yanlış parçaların, daha da fazla boşluk yaratmasından.
Aşağıdaki duygusal boşlukları doldurunuz.

18 Kasım 2011 Cuma

İnsan, düşünebilen bir geri zekalıdır.

Yoksa sürekli aynı hataları yapmamızın başka bir açıklaması olamaz.
Dur şimdi bak bir bakalım bu cümle sana tanıdık geliyor mu? : "Bir daha asla kimseye güvenmeyeceğim."
Peki bu cümleden sonra kaç kişiye daha güvendin? 1,3,5... Ta ki tekrar aynı yerden kırılana kadar. Değil mi? Yoo yoo yalanlama. Benim yaptığım gibi sen de yaptın biliyorum. Yapacağız da. Sonra aynı yerden tekrar kırılacağız. Ta ki tamir olamayana dek. Çünkü insan düşünebilen bir geri zekalıdır.
Güvenmeyeceğim deyip güveneceğiz, bel bağlamayacağım deyip bel bağlayacağız. Kimseden bir şey beklemiyorum diyeceğiz ama yine de en basitinden bir "günaydın" bekleyeceğiz. Bekleyeceğiz. Çünkü asla beklentisiz ilişkiler kuramayacağız. Çünkü eğer seviyorsak, bekleyeceğiz. Beklemek istemesek de her hareketi "bekle" diyecek.
Unutma. Kim olduğunu önemli değil. Herkes için geçerli.
Acı çekmeyi sevdiğimizden değil aslında. İnsan olduğumuzdan sadece. Çünkü sadece yaşamaya çalışıyoruz. Çünkü ne kadar "tek başına" ayakta durmak istesek de umarsızca birbirimize ihtiyaç duyuyoruz.
Tekrar tekrar güveniyoruz. Tekrar tekrar bel bağlıyoruz. Tekrar düşüyoruz.
İnsanız işte.
Hiç de büyütülecek yaratıklar değiliz. Düşünebilen geri zekalılarız.

13 Kasım 2011 Pazar

Ağlarken neyin var diye sorduğunda “Hiçbir şeyim yok.” dedim. O bir problemim olmadığını kastettiğimi sandı, bense hiçbir şeye sahip olmadığımı anlatmaya çalıştım. Anlamadı. Hiçbir şeyim yoktu.
Gülüyorum, kahkaha atıyorum. Çok komik arkadaşlarım var. Gülüyorum, espriler yapıyorum, kahkahalar atıyorum. Gitmiyor. Boğazımdaki yumru gitmiyor. Gülüyorum, kahkahalar atıyorum gitmiyor. Ağlamasını saklamaya çalışan çocuk gibi yutkundukça yutkunuyorum gitmiyor. Bana her gelen gidiyor, o gitmiyor. Bir yalnızlığım gitmiyor, bir de o yumru. Gitmeyenleri sevmeye çalışıyorum. Sevemiyorum. Onlar beni seviyor. Sevmesi gerekenler sevemiyor. Yalnızlığım seviyor. O yumru gitmiyor. Ağlıyorum, göz yaşlarım çok tuzlu. Yutuyorum, yutkunuyorum, o yumru gitmiyor. Beni sevenleri sevemiyorum, sevmesi gerekenler sevemiyor. Aile bazen yetmiyor, o yumru gitmiyor. Gülüyorum gitmiyor, ağlıyorum gitmiyor. Gitmiyor. Gitsene! Gitmiyor.

30 Ekim 2011 Pazar


Bazı sabahlar içinde bir boşlukla uyanırsın ya, kocaman bir boşluk. Sebebini bile anlamazsın. Sanki biri sen uyurken gelip içinden bir şeyleri alıp gitmiş gibi. Öyle günlerde zaman çok zor geçer. Normalde arkasından atlı kovalıyormuş gibi acelesi olan akreple yelkovanın hiç mi hiç acelesi olmaz. Sanki sahilde gezintiye çıkmış gibi aheste aheste hareket ederler. Akreple yelkovanın suçunun cezasını da sen çekersin o günlerde, tırnakların çeker. Tırnaklarını, parmaklarını kanatana kadar yersin de zaman yine de geçmez. Kafayı yememek için tırnaklarını yemen gerekir. Parmakların kanatana kadar tırnaklarını yemen gerekir.
İçindekileri itelersin boşluklar dolsun diye de dolmaz o boşluklar. Yanlış parçalarla doğru bir yapbozu tamamlayamazsın zaten. Anca eski boşluklara yenilerini eklersin.Büyür, büyür, büyür, seni de içine alana kadar büyür boşluk. Sonra kendi boşluğunda kendin kaybolursun. 
Bazı günlerin başlangıcından bitişini de tahmin edebilirsin. Böyle günler de başladığı gibi biter. Boşluklara anca yenileri eklenir. Bazı günler çok zor geçer.
Hayat bu günlerde aslında tam da bir sınav. Hani şu içinde “Fill in the blanks.” ibaresi olanlardan. Başarılar.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Hala güveniyorum, hala inanıyorum, hala bel bağlıyorum, hala sevip değer veriyorum, hala umut ediyorum diye kendime kızıyorum. Hiç ders almıyorum, ben akıllanmam diyorum ama aslında suçum yok. Sadece yaşamaya çalışıyorum.

İnsanlar düşünmüyor, inanabiliyor musunuz? Düşünmüyorlar. Ağızlarından çıkan bir lafın karşısındaki insana ne hissettireceğini, ilgisizliğinin karşısındaki insanı üzebileceğini, bir verip bir aldığı ilginin dengesini bozabileceğini düşünmüyorlar. Yaptıkları hareketlerin yol açacağı sebepleri, hareketlerinin altında yatan nedenleri düşünmüyorlar. Geçmişi düşünmüyorlar siliyorlar, geleceği düşünmüyorlar umursamıyorlar. Karşılarındaki insanları düşünmüyorlar. Onu sevenleri, sevdiklerini düşünmüyorlar. Konuşurken seçecekleri kelimeleri bile düşünmüyorlar. 
En fazla ertesi gün giyecekleri kıyafeti düşünüyorlar.
İnsanlar düşünmüyor. Bu yeteneği yok sayıyorlar.
Ben düşünüyorum. Yatağa yatınca, yemek yerken, ders çalışırken, okuldayken, arkadaşlarımla sohbet ederken, hep düşünüyorum. Onların yerine de ben düşünüyorum. Hayat onlara güzel oluyor, bana zindan oluyor.

Çene kaslarıma bile karışılan bir dünyada yaşıyorum : “Neden konuşmuyorsun?” Konuşmuyorum çünkü yapamıyorum Konuşmuyorum çünkü sıkılıyorum. Konuşmuyorum çünkü bazen hiç mecalim yok. Konuşmuyorum çünkü sizin gibi olamıyorum. Konuşmuyorum çünkü bazen bulunduğum ortamlar yüzeysellikten ölüyor. Ben bazen olamıyorum. Bazen içten ölüyorum. Bazen hiç oluyorum. Bazen bu şarkı oluyorum. Bazen hayalet oluyorum ben. Bazen kaçan, bazen kaçılan oluyorum ben. Konuşmuyorum çünkü yolunda gitmeyen bir şeyler var. Konuşmuyorum çünkü zaten sizin için bir önemi yok. Bazen de kendimle konuşuyorum. Kendi kendimi susturmak istiyorum. Çünkü konuşunca ben, beni çok kırıyorum. Bazen hiç oluyorum. Mutluluğu çok yanlış yerlerde arıyorum. Bulamıyorum. Aradığım mutluluğa şu anda ulaşılamıyor. Ulaşılmayacak. Bazı şeyler hiç olmayacak. Bazı şeyler hiç iyi olmayacak. 
İstediğimiz hayat asla bizim olmayacak.

27 Ekim 2011 Perşembe

Mesafeler gerçekten de önemli değil aslında. Bazen yollar, senin bazı insanların aklından da kalbinden de gitmene izin vermiyor çünkü. Bazen uzaklar, yakınlardan da yakın oluyor. Yakınındaki yakınların yapamadıklarını bilmem kaç kilometreden uzak yakınların yapıyor. Yakınında, yüzünü gören, nefesini hisseden, sesini duyanların olamadıkları kadar can oluyor bazen uzaktakiler.
Benim yakın uzaklarım, uzak yakınlarım var.
Benim yakın sandığım uzaklarım, uzak sandığım yakınlarım var.
Bırak mesafeler yolla olsun, kalple ya da akılla değil.
Mesafeler yollarla ölçülmüyor.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Ben çok değiştim, değişiyorum. Biliyor musun? Kahvaltı ediyorum mesela artık sabahları. Hatta kahvaltıda haşlanmış yumurta bile yiyorum. Az önce öğle yemeği bile yedim. Roka yiyorum mesela artık. Burnumu tıkayarak ama. Kokusunu sevmiyorum çünkü. Bilemezsin ama. Artık kafamda bin tilki dolaşırken yalandan gülücükler atmayı daha iyi beceriyorum. Sevmediğim insanlarla aynı masada yemek bile yiyorum. Yapmazdım ki ben böyle şeyler. Çarçabuk samimi olduğum birkaç insan bile oldu. Yapmazdım ben böyle şeyler. Menfaat ilişkileri bile kuruyorum bazen, biliyor musun? Hatta bazen içim kan ağlarken dans ediyorum. Ben böyle değildim. Değiştim, değişiyorum. Ben değişiyorum, hareketlerim değişiyor, saçım değişiyor, huylarım değişiyor, konuşmam bile değişti. Artık eskisi gibi konuşmuyorum bile. Eskisi dediğim de kısa bir süre önce. Bilmezsin ama. Dinlediğim müzikler de değişti. Saçma sapan bir insan oldum ben. Değişiyorum, değişeceğim de sanırım. Ben değişmeyi sevmiyorum ama. Eskiden sevdiğim şeyleri sevmiyorum mesela. Ben daha sessizim artık. Daha sakin, daha mutsuz, daha umutsuz… Hayallerim bile yok artık mesela. Seninle ilgili hayallerim bile yok. Sen bilmezsin ama. Ben seni bekledim, sen gelmedin. Ben değiştim, sen artık gelme.

20 Ekim 2011 Perşembe


Hayatın içinde acelesi olan insanları bir türlü anlayamıyorum, anlayamayacağım. Çok hızlı yaşıyorsunuz. Çok hızlı yemek yiyip, çok hızlı konuşuyorsunuz. Yeni bir yere gidince gezmek yerine hızlı adımlarla ilerliyorsunuz. Yolda koşar adımlarla ilerliyorsunuz. Çok hızlı samimi oluyorsunuz, çok hızlı dost olup çok hızlı da düşman oluyorsunuz. Çok çabuk aşık olup çok çabuk aşk acısı çekiyorsunuz. Ardından tekrar çok hızlı aşık olup bu sefer hızlı biçimde başkasının aşk acısını yaşıyorsunuz. Çok çabuk kaynaşıyorsunuz. Çok çabuk sevip çok çabuk nefret ediyorsunuz. Çok hızlı alışıyorsunuz. Çok çabuk yeniyi bulup eskiyi unutuyorsunuz. Çok çabuk tüketiyorsunuz. 
Siz ne kadar hızlı olursanız olun zaman yine kendi seyrinde akıp gidecek. Zaman hızlanmayacak, günler çabuk geçmeyecek.
Yapmayın. Bu kadar hızlı yaşamayın. Bu kadar hızlı olmayın. Koşmayın, koşuşturmayın. Beni çok yoruyor, size yetişmek zorunda bırakıyorsunuz. Koşamıyorum. Çok hızlı yaşamayın. İzlerken yoruluyorum. Beni yormayın, zora sokmayın.
Biraz yavaş olur musunuz?

18 Ekim 2011 Salı


Bir dakika içinde on kere saate bakınca sanki dakikalar birer birer değil de onar onar ilerleyecekmiş, aynı gün içinde sekiz kere tarihe bakınca sanki günler beşer beşer atlayacakmış gibi geliyor bazen insana. Hayat sana geldiği gibi değil ama. Zaman her şeyin ilacı imiş ya yapabileceklerinin son kullanma tarihi geçince zehirliyor zaman da. Bazen oluyor ya. Elinden bir şey gelmiyor ama elinden birçok şey gidiyor. Sana hiç gelen olmadığında gidenlerin sürüyle olması gibi.
Bazen geleceğinin gelmemesini istiyorsun mesela. Gelenlerin senin istediğin gibi gelmemesine alışkanlıktan.
Mucizeler bekliyorsun. Hep bu Amerikan filmleri yüzünden aslında. Başımıza ne geldiyse onların yollarının sonundaki mucizeleri, sonsuz aşklarını, çirkin kızın güzelleşmesini, popüler çocuğun ezik kızı sevmesini, bir anda güzelleşen hayatlarını izlemekten geldi. Bu halimizin sorumlusu hep Amerikan sineması aslında. Hep.  
Bazen yol bitmiyor ama senin gidebileceğin yol bitiyor ya. İlerlesen ilerleyemezsin, dönsen dönemezsin.
Yolun sonu bir yere varıyor mu ki bu sefer?

17 Ekim 2011 Pazartesi


18’imi bile doldurmadım daha. Hayatın belki de çok başındayım. “Belki de” çünkü şu andan 5 dakika sonra ölebilirim de. Öyle ya yaşadığımız tamamen bir belirsizlik. Ben de hep bunu düşünüyorum işte. Şu andan 5 dakika sonra ölsem, hiçbir şeyin önemi kalmayacak aslında. Ne yaptıklarımın ne de yapmayı planladıklarımın. En fazla arkamda gözü yaşlı birkaç insan bırakabilirim o da işte bir mevsim süresince can yakar anca. Hayat kısa, kuşlar uçuyor çünkü. Öyle ya şu andan 5 dakika sonra ölebilirim ve hiçbir şeyin, hiçbir sorunun, hiçbir mutsuzluğun önemi kalmaz. O yüzden yaşadığım an ne geçmişte bir ani ne de gelecekte bir an olmalı ya. Tam şu an olmalı. Olmayınca olmuyor ama bazen.
Tam ortasındayım aslında yolun. Koşunun ortasındayım. Koşsan varış uzak, geri dönsen koştuğun zamana yazık. Tam ortasındayım yolun.
Tam varıyorum ki hedefe 
Bir yenisi başlıyor 
Bu oyun hep aynı değişmiyor 
Hala devam hala figan 
Hem de bile bile 
Tam koşunun sonuna varıyorum ki yeni bir koşu başlıyor. Devam etmek zor, mecalin olmuyor bazen. Duraklar yok bu yolda, soluklanmak yok. 
Hani çiğ köftenin acı gelmesi ama yine de devam etmeye çalışman gibi mesela. Şikayet etsen de yol belli, varış mı? Bak işte o hiç belli değil.
Tam varıyorum ki hedefe 
Bir yenisi başlıyor.
Yollar bitmiyor. Hedefler bitmiyor.
Bu oyun hep aynı değişmiyor.

16 Ekim 2011 Pazar

İnsanlar 20 gündür beraber olduğu insanları tamamen tanıdığını düşünüyor. Ne yalan söyleyeyim, çok şaşırıyorum. Ben kendimle 18 yıldır beraberim, aynada bu kim dediğim zamanlar oluyor. Ben kendimi hala tanımıyorum. Tanısam yaptıklarıma bu kadar şaşırır mıydım?
Hey, merhaba aynadaki genç. Tanışabilir miyiz?

12 Ekim 2011 Çarşamba

Bana ordan 250 gram mutluluk.



Bazen kendimi kandırmaya çalışıyorum. Hastaysam ya da kendimi kötü hissediyorsam “İyiyim ben, hiçbir sorun yok.” diyorum ama olmuyor hastalıktan kırılıyorum ya da gözlerim kararıveriyor. Mutsuzsam gülümsüyorum, hatta becerebilirsem kahkaha atıyorum “Her şey yolunda.” diyorum ama olmuyor her 5 saniyelik sessizlikte durup düşünüyorum. Ben beni bildikten sonra kandıramıyorum kendimi çok fazla. 
Alışkanlıklarımı özlüyorum. Şimdiden. Çok basit detayların bile önemini fark ediyorum. Özlüyorum. Bardağımı koyduğum sehpayı bile özlüyorum.

11 Ekim 2011 Salı

Kağıt kesiğini bilir misin? Çok can yakar. Her hava ile temas edişinde biraz daha, biraz daha canını acıtır. Hani aslında küçücük bir kesiktir o. Hem de "kağıt" ile oluşmuş küçük bir kesiktir. Çok can yakar ama. Çok can yakar o küçücük kesik.
İç organlarım kağıt kesiği olmuş gibi. İçimde bir yerlerim sanki binlerce kağıt kesiğiyle yaralanmış gibi. Her hava teması zarar veriyor bana artık.
Göğsüm kağıt kesiği olmuş, yetmemiş tonlarca yük yüklenmiş gibi bir de üstüne.
Canım yanıyor.
Anlıyor musun?
Anlamıyorsun. Kağıt kesiği küçücük bir şey zaten, değil mi? Sen hiç kağıt kesiği olmadın, değil mi? Anlamıyorsun.

Ben kendimi bu kadar üzerken başkalarının beni üzmesine gerek bile kalmıyor. Düşünme diyorum Melis. Düşünme. Yapabileceğin bir şey yok düşünme. Sen kendini kabul edemedikçe kimse seni kabul etmeyecek diyorum. Olmuyor. Aynadaki kişi beni çok üzüyor. 
Anlatamıyorum. Yazamıyorum. Konuşamıyorum. Ben yapamıyorum. Sorunun ne olduğunu bir türlü anlatamıyorum.
Yaşamıyorum, zaman geçiriyorum.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Kendinden bahsederken 2.ya da 3.tekil şahıs kullananları şimdi daha iyi anlıyorum. İnsan bazen öyle şeyler yapıyor ki "ben" diyemiyor.

İnsanların hayatında kalamıyordu Kimsenin hayatında yeri yoktu Ne bir yere aitti ne de bir kimseye. İnsanların hayatından geçip gidiyordu. Geçerken, gidene kadar yaşadıklarını da yanında alıp götürüyordu. Yaşanılan her şey onun kanına karışsa da kimsenin hayatında izi bile kalmıyordu. Sanki oradan hiç geçmemiş, hiç geçip gitmemiş gibi. O geçtiği yolları ağzından düşürmezken, kimsenin onu ardından hatırladığı bile yoktu. Sanki onların hayatına hiç girmemiş gibi. Sanki onca şey yaşanmamış gibi. Hiçti aslında. Biliyordu. Yine geçip gidiyordu. Kalmak istese de izin vermezlerdi ki.
Yüzüne düşen, yağmur damlaları değil aslında, yalnızlığın somut halleri. Damlalar üzerindeki kıyafete işlerken, yalnızlığın da vücudunun her hücresine işliyor. Beynine işliyor, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, önünde yalnız başına uzun bir hayat olduğunu. Yüreğine işliyor, kimsenin yüreğinin senin için atmayacağını. Eş, dost, sevgili... Her yağmur damlası, gözyaşlarının damlasına dönüşüyor sonra. Anlayamıyorsun bile hangisi yağmur, hangisi göz yaşı, hangisi yalnızlık.
Yağmur senin için yağmur değil sadece. Hiç olmadı. Yağmur senin yalnızlığın.
Hiç bir şemsiyenin altında 2 kişi yürümeyi becerebildin mi?
Günlerim ceplerimi aramakla geçiyor. İşe yarar bir şeyler bulup onlarla oyalanmak için. Ceplerim gazoz kapaklarıyla dolu. Hiçbir işe yaramayan, sadece ceplerimi dolu göstermek için orada bulunan gazoz kapakları. Hepsi kısa bir süre sonra birileri tarafından çöpe yollanacak olan gazoz kapaklarıyla dolu ceplerim.
Hep bir şeyler arıyorum. İşe yarar bir şeyler. Ceplerim delik benim. Koyduğum en ufak işe yarar şeyler de oradan yolunu bulup gidiveriyor işte. Ceplerim bomboş benim.
Herkes ceplerindeki servetiyle yoluna devam ediyor. Ben edemiyorum. Ceplerim bomboş benim. Her yerden bir şeyler toplamış herkes. Biraz güzellik almış kimisi, kimisi biraz para, kimisi biraz zeka, kimisi biraz şans, kimisi biraz sevgi, kimisi... Benim ceplerimde gazoz kapaklarım var. Hiçbir işe yaramayan, gereksiz gazoz kapakları.

9 Ekim 2011 Pazar


Bir hattın otobüsünü beklemiyorsam sürekli gelip geçiyor, görüyorum. Eğer bir hattın otobüsünü bekliyorsam, saatlerce bekliyorum. Geçmiyor. Eğer o gün sabırlıysam saatlerce bekliyorum ve otobüse binebiliyorum ama eğer o gün sabırlı değilsem, beklemiyorum. Vazgeçiyorum ve o otobüsü kaçırıyorum.
Ben çok uzun zamandır bekliyorum. Gelmiyor. Gelen hiçbir şey olmuyor. Artık beklemiyorum, beklemeyeceğim. Gelenlerden de gidenlerden de çok yoruldum.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Sosyalleşmeme hakkımı istiyorum.


Toplumdan kopuk yaşamak ve yadırganmamak istiyorum. Zaten halihazırda üstü kapalı da olsa toplu yaşama nedenimiz birbirimize ihtiyaç duymamız. Bunu saman altından su yürüterek yapmak yerine yiğidin malı meydanda olur mantığıyla yapmak istiyorum. Yani toplumdan kopuk yaşayacağım, yadırganmayacağım ve “ihtiyaç halinde camı kırınız” mantığıyla ihtiyaç halinde topluma karışacağım. Evet, bu hakka sahip olmam gerektiğini düşünüyorum.
Toplum tarafından yadırganmamak amacıyla toplumla içi içe yaşamak toplumun dayatması en nihayetinde. Garip, inceleyen ve sorgulayan gözlerle karşılaşmamak amacıyla hadi tanış, hadi kaynaş mantığından sıkıldım. Benim hayatımı benden başkaları yaşamamalı.
İki günlük tanıdığın insanlarla enseye tokat moduna girmek sosyalleşme olarak adlandırılıyorsa kalsın bence yerinde. Yalnızlığı dağıtmak amacıyla ihtiyaç ilişkiler kuruluyorsa ben bu ihtiyacı kendim hissettiğim zaman kullanmayı yeğliyorum.
“Aaa asosyal, konuşmuyor, yalnız, tanışmıyor…” yadırgamaları sebebiyle sosyalleşme gibi bir amacım olmamalı. Yani birileri yine toplum dayatması nedeniyle ihtiyaç ilişkileri kurarken yapmayanlar yadırganmamalı diyorum.
Şimdi en iyisi mi yadırgamalarınızı, dayatmalarınızı, sorgulayan bakışlarınızı alıp kendi hayatlarınıza doğru yol alınız.
Ben sosyalleşmeme hakkımı istiyorum.

7 Ekim 2011 Cuma

Ben kendimi ifade edemedikçe Türkçe’de kaç bin sözcük olduğunun hiçbir anlamı kalmıyor. Çünkü ben derdimi anlatacak kadar Türkçe konuşamıyorum. Sürekli neden böyle gereksiz bir kendini anlatma derdine düştüğümü de anlamıyorum zaten. Sadece ben anlatmak istediklerimi anlatamayınca içimde volkanlar patlıyor. Midem bulanıyor, kelimeleri kusmam anlatmama yardımcı olsa bir dakika düşünmem. Bazen ifade edebildiğim yüzeysel problemler, derinlerdeki problemleri gizlemeye yardımcı oluyor. Yüzeysel problemlerim bazen sığınabileceğim tek sığınağım.

6 Ekim 2011 Perşembe

Hiçbir yalnızım dememe benzemiyor bu yalnızlık. Kelimenin sözlükteki anlamını ağlatacak bir yalnızlık bu. Yalnızlık, loneliness, einsamkeit... Hiçbir dilin tam anlamıyla ifade edemediği bir yalnızlık, savunmasızlık. Koca tarladaki tek buğday başağıymışsın gibi bir yalnızlık. Etrafın boş, çorak... Rüzgara karşı tek başına ayakta durmaya çalışıyormuşsun, her rüzgarda eğiliyor ama bu sefer iki büklüm kalıyormuşsun gibi bir yalnızlık. Her tanımın karşısında boş kaldığı bir yalnızlık bu seferki. Keşke, keşke hayali arkadaşlarımı çocukluğumda bırakmasaydım dedirten bir yalnızlık. Bu seferki yalnızlık çok yalın bir yalnızlık.

4 Ekim 2011 Salı


Sevdiğim birkaç cümle, birkaç şarkı, birkaç şiir dizesi, birkaç dizi, birkaç iyi insan.
Unutmadığım birkaç mimik, birkaç anı.
Küçük zaferler, minik başarılar, güzel hayaller, ufak mutluluklar.
Birkaç dost kazığı, birkaç yara, birkaç damla gözyaşı, birkaç kahkaha.
Biraz öz eleştiri, kendine kızma, biraz suçluluk duygusu.
Birkaç geçmiş acısı, birkaç kalp kırıklığı, birkaç kötü anı.
Biraz nefret, biraz sevgi.
Biraz boşluk, biraz anlamlandırılamayan his.
Birkaç yanlış, birkaç pişmanlık, birkaç hata.
Toplandıklarında kalan boş eller.
Boşa geçen 18 yıl.

1 Ekim 2011 Cumartesi

Hep daha fazlasını isterken elimizdekini de kaybediyoruz. Daha mutlu olayım diyip elimizdeki 3 gram mutluluktan da oluyoruz, beni daha çok sevsinler dedikçe nefret edilen biri oluyoruz, daha zengin olayım dedikçe beş parasız kalıyoruz, daha iyi bir hayatım olsun dedikçe zaten çekilmez olan hayatımızı daha da dayanılmaz hale getirip bırakıyoruz. Sanki elimizdekiler biz daha fazlasını istedikçe gücenip toplanıp gidiyorlarmış gibi.
Elimizde kıymetini bilemediklerimizi, ellerimiz boş kalınca arar hale geliyoruz. Giden gidiyor ama. Gelse de eski suretinde gelmiyor.
Gelenler hep gidenleri aratıyor. Elindeki 3 kuruşluk şeyleri arar hale geliyorsun. Derdin bile eskisi güzel.
Kim bilir şimdi kıymetini bilemediklerimiz yerine gelecekte neler gelecek.
Ha bu arada sakın daha kötü ne olabilir deme. Sakın yapma.
Lütfen.

30 Eylül 2011 Cuma

Yetenekler ihtiyaçlardan doğuyor bazen. Mesela yalancı kahkahalar konusunda çok yetenekli olabilirsin, bir de mutluluk rolleri konusunda. Sen mutsuzluğunu kendi yalnızlığında yaşarken etrafın kalabalıklaştıkça mecbur hissedersin kendini yalancı kahkahalara. Bak kahkaha atıyorum görüyor musun mutluyum dersin kalabalıklara ama kendini kandırmak başkalarını kandırmak kadar kolay olmuyor maalesef. Çünkü en nihayetinde mutsuzluğunun göğsüne yaptığı o basınçla baş başa kalan da sensin yine. Yüzündeki kasları kandırabilirsin ama göğsündeki ağrıyı, ruhundaki acıyı kandıramazsın işte.
Mutluyum ben, bak kahkahalar atıyorum işte.
Mutluyum.

29 Eylül 2011 Perşembe

Diyorum ya hayat çok tuhaf.

Gelen, gideni aratıyor hep. Dertler, problemler bile. 1 yıl önce senenin aynı zamanındaki dertlerini, problemlerini düşünüyorsun. Hani şu onlar yüzünden saatlerce, günlerce gözyaşı döktüğün, kendini mutsuz hissettiren problemlere sonra diyorsun ki keşke yine tek derdim onlar olsa. Onlar çok kolay altından kalkılacak problemler olduğundan değil de her yeni gelen katlanarak geldiğinden. Sen büyüyorsun zamanla, problemlerin de seninle büyüyor. Geçmişi özlerken geçmişin problemini, derdini bile özlüyorsun.

27 Eylül 2011 Salı

Mutluluğu da mutsuzluğu da ellerimizde tuttuğumuzu geç öğreniyoruz. 5 harflik bir kelimenin ucuna bağlı mutluluk ya da mutsuzluk. Karar. Yanlış bir kararda siliniveriyor bütün doğruların. O ana kadar kim olduğunun, neler yaptığının hiçbir önemi kalmıyor. Sayacın sıfırlanıyor birden. Yanlışlar doğrularını alıp götürüyor. Bir kere bir hata yapınca da ardı arkası kesilmiyor, sen daha fazla hata yapmak istemedikçe daha fazla hata yapıyorsun. Mutluluğu kovaladıkça mutsuz oluyorsun.

Hata yaptım. Çok büyük bir hata. Kaç yıl yaşayacağımı bilmediğim ömrümden yıllarımı çalan bir hata. Mutluluk için attığım adım, mutsuzluğa çıktı. Çok mutsuzum. Ağlasam geçecek ama ağlamayı bile adam gibi beceremediğim bir durumdayım. Göğsümdeki kaya gözyaşlarımı kayıp gidecek belki ama gözyaşlarım içime akıyor.
Gitsem gidemem, kalsam kalamam. Bütün yıl uğruna çalışıp başardığım şeyi şimdi yapamıyorum diye bırakamam. İnsanların daha fazla hakkımda konuşmasını kaldıramam. Yapamıyorum. Yeni bir dil, yeni bir şehir, yeni alışkanlıklar, yeni bir çevre... Büyümeye hazır değilim. İçim çıkarcasına yapmak istesem de yapamıyorum, yapamam. Kendimi biliyorum.
Bu sefer çok mutsuzum. Damarlarım yırtılırcasına, içim kanarcasına mutsuzum. Ne anlatabiliyorum ne de anlayabiliyorum.
Yapmam gerekenleri yapamamın mutsuzluğu, yapamadım diyecek olmanın mutsuzluğu. 
Bu kez uyumadan önce n'olur uyanmayayım diyecek kadar mutsuzum.
Hiçbir şey yapmayan, yapamayan bir insan uyanmamalı uykusundan.
Bu sefer çok mutsuzum. Bu sefer çok güçsüz, çok savunmasızım.
Bu sefer çok mutsuzum.

22 Eylül 2011 Perşembe

Büyüdüğüm için yapamayacağımdan şikayet edeceğim şeylerin başında ayağımı yere vura vura "Yapmayacağım!" dediğimde yapmadığım şeylerden artık bu yöntemle kurtulamamak geliyor. Ayaklarımı sürüye sürüye "Gitmeyeceğim!" demek hiçbir işe yaramıyor büyüdükçe. O gözü karalıktan, deli cesaretinden eser kalmıyor. Düşünmeden hareket etmeler yerini yıllık planlara bırakıyor. Planlamadan yapılan hareketlerin yerini yapılan hesaplar, kitaplar alıyor. Büyüdükçe hayallerin küçülüyor. Dünyayı değiştirmeyi umarken kendinde sevmediğin huyları değiştirmeyi dilemeye başlıyorsun. "Her şey güzel olacak"lar yerini "Bazı şeyler güzel olsa"ya bırakıyor.
Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz. 
Turgut Uyar

21 Eylül 2011 Çarşamba

"Yaşamıyorum, sadece zaman geçiriyorum."

Artık insanlar biraz sussun istiyorum sadece. Kafamın içinde konuşan binlerce ses varken bir de etrafımda durmadan konuşan seslere tahammülüm gittikçe azalıyor. Kimsenin iyiliğimi falan da istemesini istemiyorum artık. Ne halim varsa görüyorum zaten, bari siz her halimi görmeyin. Kendimi kökleri çok derinlerde bir ağaç gibi hissediyorum. Yorgunum. Kafamı dinlemek bile istemiyorum. Kafamdaki sesler susmak bilmiyor zaten. Bir köşede üstümde battaniyemle uyuyayım sadece.

Kendimi kabuğu düşmüş kaplumbağa gibi hissettiğimi söylemiş miydim?

Kendimi bulunduğum yerlere ait hissedemiyorum. Hep bir eğretiyim sanki. Hep bir kalkıp gidecekmiş, hep Dünya dışında bir gezegene aitmişim gibi.

Aşka ihtiyacım yok, birine ihtiyacım var.

Aşk zırvasına hiç inanmadım ama şu sıralar birine ihtiyacım var. Gelsin, beynimi kendisiyle o kadar doldursun ki kendi kendime eziyet etmeme imkan vermesin. Bütün zamanımı alsın, kendi zamanı yapsın. Uyumak için yattığımda artık kendimden nefret etmek yerine kendimi düşünmek yerine onu düşüneyim. Onun için giyineyim. Kıracaksa da o kırsın. Çünkü insan kendini kırınca çok daha fazla kırıyor, çok daha fazla kırılıyor.
Ben ihtiyaç duyulmak istiyorum. Benim birisinin hayatında vazgeçilmez olmaya ihtiyacım var. Bütün boş vaktimi, egomu ve dikkatimi yiyip bitiricek birine ihtiyacım var. Bana bağımlı biri. Karşılıklı bağımlılık.
Ya da bilmiyorum. Aslında ihtiyacım olan budur belki. Benim zamanımı çalacak birine ihtiyacım var. Ben çok yoruldum kendimden.
Benim birine ihtiyacım var ama işte insan başka bir insana ihtiyaç duymamalı. Suya ihtiyaç duymalı, havaya ihtiyaç duymalı ama insan insana ihtiyaç duymamalı.
Ben aslında neye ihtiyacım olduğunu bilmiyorum.

19 Eylül 2011 Pazartesi

İnsanları sevmek istemiyorum.

Mesela pekala komidinin üzerindeki içi su dolu bardağı sevebilirim. Çünkü bir bardaktan asla bir beklentim olamaz.
İnsanları sevdiğimde beni seviyor mu ki, benim onun için düşündüklerimi o da benim için düşünüyor mu ki, her an bırakıp gider mi ki paranoyaklıklarını yaşarken yoruluyorum.
Sevdiysem ben bu duvarlara rağmen hayatıma aldıysam bir köşede dursun istiyorum. Arada arayım, sorayım istiyorum en azından. Çıkıp gitmesin istiyorum.
Ben en iyisi komidinin üstündeki içi su dolu bardağı seveyim. Ben onu kırmayayım, o beni kanatmasın, yaralamasın.

Kendinden sıkıldığın bir anda içinde bir yerde gitme isteği duyuyorsun. Hayatta sıkı sıkıya bağlanabileceğin pek bir şey bulamıyorsun ya, o isteğe bağlanıyorsun sen de tüm benliğinle. Gideceksin, gittiğin yere kendini götürmeyeceksin. Hayatın boşluk doldurmacadan ibaret. Olduğun sınavlardaki “fill in the blanks” köşeleri gibi. Bir şeyin yerini hep başka şeyle doldurmaya çalışıyorsun. Parçalar uygun değil dolmuyor tabi. Hayaller içinde gün görmeye bakıyorsun şarkıdaki gibi. Hayal kurdukça kuruyorsun. Her boşluğa bir hayal. Uzun süre bir hayale tutunuyorsun. Öyle ya hayatta pek şansın yok zaten. Sen gidip kendini bulacaksın, hayal bu ya. Hayallerinin gerçeklerinin, hayallerindeki gerçekler gibi olacağını düşünüyorsun. Küçüksün ama işte. Hayaller harikalar diyarına ait. Buraya değil. Hayaller hayalken mükemmel. Öyle bir dünyadasın ki hayal kurmak sadece hayal gücüyle olmuyor. O lanet olası cesarete sahip değilsen hayal bile kurmayacaksın. 
Gitmek gitmektir işte. İnsan kendine tokatı indirip bırakamıyor. Sen yine senle geliyorsun Kendine aramaya gidip kaybetmek de var. Herkes günü geldiğinde gidiyor, gidenleri görmek de üzüyor sadece.
Önce bütün çevren dağılıyor. Herkes kendi yolunu bulmaya çalışıyor. Büyüyorsun işte. Gidiyorsun. Büyümek üzüyor. Önce yıllarca yaşadığın evi, sokağı, şehri bırakıyorsun. 20 km gitmeye üşenirken 565 km gidiyorsun. Her gün evine gittiğin yolu kullanmıyorsun artık. Otobüste bile hep aynı koltuğa otururken çevreni, yaşadığın mekanı, şehrini değiştiriyorsun.
Sırf kendini sevmiyorsun diye kendini cezalandırıp duruyorsun. Gidiyorsun, kendin de geliyorsun. Sen, sana ceza verip yine sen çekiyorsun. Sen,senin başına çok iş açıyorsun.
Gitmek gitmektir işte. Gitmenin her türlüsü tuhaf. Gitmek cesaret istiyor. Kendini bırakıp gitmekse mümkün bile değil.

16 Eylül 2011 Cuma

Aslında ona gelen hiç olmamıştı ama gidenler sürüyleydi. İnsanlar ona gelmeden gidiyorlardı.

Sürekli savaştığım birisi var. Nefret ettiğim, bana çok çile çektiren biri. Hareketlerini, davranışlarını, konuşmalarını hiç sevmediğim, sürekli yargıladığım biri. Her kararından nefret ettiğim, kafasını duvarlara çarpmak istediğim biri. Huylarından nefret ettiğim, düşüncelerinden tiksindiğim, tüm karakteristik özelliklerini söküp atmak istediğim biri. Memnuniyetsizliğinden, çekingenliğinden, kötümserliğinden, pişmanlıklarından bıktığım biri. Artık tek cümlesine dahi tahammül edemediğim, bırakıp gitmek istediğim biri.
İnsan kendisini bırakıp gidemiyor ama.

Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum.


Özdemir ASAF

Olur da bir gün çok saçma şeyler yapan biriyle karşılaşırsanız bilin ki o benim.

15 Eylül 2011 Perşembe

Hatalarda domino etkisi var adeta. Zincirleme kazalara sebep oluyor. Tek bir hataya bakıyor yaptığın bütün doğruların gitmesi.
Hayat da çoktan seçmeli bir sınav. Ancak 1 yanlış tüm doğruları götürüyor bu sefer. Bir hata bütün doğruların değerini kaybettiriyor.
Hangi yaşta yanlış kararlar vermeyeceksem o yaşta olmak istiyorum artık. Çünkü kendinden nefret etmek insanı çok yoruyor.

12 Eylül 2011 Pazartesi


İnsanların seni fazla tanımasına izin vermemelisin. İnsanlara anlattığın şeyler çoğaldıkça o oranda yargılanıyorsun ve ne kadar çok anlatırsan o kadar az tanınıyorsun aslında. Çünkü insanların duyduğu, senin anlattığın değil, kendi duymak istedikleri ve zaten senin anlattıkların da anlatmak istediklerin değil. Ayrıca şu var ki, seni en çok düşünen yine sensin. O yüzden bazen bencil olmak en iyisi. Herkes gider ama sen yine sana kalırsın.
Hayatta güzel bir burundan önce sahip olman gereken şeyler var bir de mesela. Cesaret ve kendi ayakların üzerinde durabilme gücü gibi mesela. Ya da özgüven ama hiçbirine sahip değilsen kolay gelsin o zaman. Fırtınalarda uçmamak için iyi bir yerlere tutun.

9 Eylül 2011 Cuma

İnsanların birbirinden farklı olduğunu kabul etmeyi reddediyoruz. İnsanları aynılaştırıyoruz. Verdikleri tepkileri aynılaştırıyoruz. Sadece birbirimizin hayatlarına karışmakla kalmıyoruz, birbirimizin hislerine de karışıyoruz. "Böyle bir durumda üzgün olamazsın, mutlu olmalısın."
Karşındaki insanın geçmişinin, karakterinin, duygularının, çevresinin bir önemi yok. Herkes belli durumlar için belirlenmiş tepkileri vermeli. Vermiyorsa, yargılamalı ve dışlamalıyız. Çünkü biz kendi bahçemizde dalımız olmadan başkalarının bahçesinde ağaçlık taslamaya bayılıyoruz.
Sahi ne zaman bu kontrol merakına düştük? Ne zaman bu kadar acımasızlaştık? Ne zaman dinlemeyi, anlamayı unuttuk?
Büyüdükçe kirlendiğimiz gibi kirletiyoruz.
Kendimi anlatmak için Tumblr'ım var, kısa konuşmak için Twitter'ım var ama en rahat, en geniş burada takılıyorum. En yargılanmadığım yer burası. Hitap ettiğim insanlar var mı, okunuyor muyum onu bile bilmiyorum. Yazıyorum, okuyorum, gidiyorum. Burayı zaman geçtikçe bakabilmek için, yaptıklarımı bilmek için daha güncel tutmalıyım.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Bazı duyguları anlatmak için doğru kelimeleri üretmemişler.

Hani bazen olur ya, bir şeyler hissedersin ama anlatamazsın, yazamazsın. Tanımı yoktur çünkü. Hissedersin sen de sadece, göğsüne çöreklenmiş ağırlığı. Sanki tonlarca ağırlığında öküzler oturuyor göğsünün ortasında. Oturdukları yerden kaldırmak namümkün. Acıttıkça acıtır hani onların ağırlığı ama ne sen bilirsin sebebini, ne de anlatabilirsin. Hani olur işte. Bilirsin sen de. Sen anlatmadan anlaşılsın istersin, gözünden, bakışından. Anlatsan anlaşılmayan şeyler, anlatmadan anlaşılır mı? Hislerin içinden çıkmadıkça, huzuru da bulamazsın. Huzursuz, mutsuz, nalet olursun hani ama işte tam adı o da değil senin duygunun.
Sana kalan da tonlarca ağırlığındaki öküzlerinle mutlu yaşamak olur o zaman.

5 Eylül 2011 Pazartesi


http://fizy.com/#s/1c7jrw
Hayatın çocukluğumdaki gibi olduğu günleri özlüyorum. Bir şeyi yapmak istiyorsam, düşünmeden, korkmadan yaptığım; yapmak istemiyorsam hiçbir gücün yaptıramadığı zamanları özlüyorum. Yapmamak için sadece istememenin yettiği zamanları. Hayatın dolaylı olmadığı "istiyorum" ya da "istemiyorum" kelimeleri kadar net olduğu zamanları. Yaptığım her şeyin tek mantıklı açıklamasının "çocuk o" olduğu günleri. Çizgi film izlemek için erken kalktığım, paranın "oyuncak" demek olduğu zamanları. Bana sadece yabancı insanların şeker vererek zarar verebileceğini düşündüğüm yılları özlüyorum. Bir şeye sadece isteyerek sahip olabileceğimi düşündüğüm zamanları. İlk aşkımın hediye ettiği "patates baskı" ile yüzümde güllerin açtığı zamanları özlüyorum. Gelecekten beklentimin- sadece yerleri süpürmeyi sevdiğim için- çöpçü olmak olduğu günleri. Ananemin "Kabak Kız" masalını dinlediğim, oyunlarımda "masusçuktan" her şeyin gerçekleşebildiği günleri özlüyorum. Hayatın, basit, masum, masalsı ve kolay olduğu günleri özlüyorum.