29 Ocak 2012 Pazar

İçinde bulunulan boşluk hissi, en ufak ilgiyle kendinden geçmeler, belkiler, boş umutlar, saçma insanlara bağlanmalar, kim olduğunu önemsemeden sadece biri tarafından sevilmek istemeler, her önüne çıkana çocukluğuna kadar her şeyi anlatmalar, gereksiz insanlara sarılmalar, tutunacak yer aramalar...
İnsan bazen öyle bir boşluğa düşüyor, düşerken kendini o kadar kaybediyor, kendinden o kadar uzaklaşıyor ki, asla yapmam dediği şeyleri yapıyor. Sonra gün geliyor, suratına bir kova su atılmış gibi uyanıyor. Fark ediyor.
Boşluklar, herhangi bir parçayla dolmaz. Sadece uygun parçayı beklerler. Boşluklar, sadece tam oturacak parçalarla dolarlar.
Maalesef hayattaki boşluklar "Fiil In The Blanks"boşlukları gibi değil. Uymayınca, uymuyor. Hayattaki boşluklar, boşluk doldurmalı sınavlar gibi hata kaldırmıyorlar.

28 Ocak 2012 Cumartesi


Çocukluğundan itibaren yöneltilen “En büyük hayalin ne?” sorularıyla büyüyen insanlardık. Bir de “İleride kim gibi olmak istersin?” sorusu vardı. Cevaplar bulmamız gerekliydi. Düşünmeye başladık. Küçük dimağlarımızı “kim olacağımız” düşüncesi işgal etmeye başladı. Ağaç yaşken eğilirdi. 15 yıl sonraya ait bir hayal belirledik, kafalarımıza olmak istediğimiz insanın prototipini yerleştirdik. Sonra cevaplarımıza ekledik. Yıllar geçti. Büyümeye başladık, kirlendik, yalanlara bulandık, hayal kırıklıkları yaşadık, öğrendik… Yine de her doğum günümüzde hayallerimizi de “olacağımız kişi”yi de elinden tutup girdik yeni yaşlarımıza. Yıllarca hayal kurduk, her noktayı belirledik, taslaktan çıkarıp resmettik, büyüttük. Sonra bir yere geldik sıcaktan soğuğa geçişte yüzüne vuran rüzgar sertliğinde öğrendik, “o” olamayacağımızı. Ya hayallerimiz gerçekleşmedi ya da bizim resmimize hiç benzemedi. Oysa en güzel renklerle boyamıştık, gök kuşağı misali. Kara kalemden resimler kaldı elimizde. İçimiz karardı. Karanlığa gömüldük. Ümitlerimiz terk etti sonra. Daha da kirlendik. Beklentilerimiz gerçekleşmedi. Beklediklerimiz gelmedi. Beklemeyelim dedik, içimizdeki çocuk izin vermedi. Bekledik, kırıldık. Daha fazla kırılamayız dedik, tuzla buz olduk. Yıllarca uğruna çırpındığımız hayaller, tek tutunduğumuz dalımız beklentiler, umutlar ellerimizden kaydı gitti. Ardlarından bakakaldık. Dilimiz tutuldu. Gidenler, dönmedi. Bekledik. Gelmedi. Dizlerimize tekme yemiş gibi olduk. Ayakta duramadık. “Olacağımız kişi” binlerce kilometre uzağa gitti. Kovaladık. Koştuk, düştük, kalktık, yetişemedik. Biz ayakkabılarımızı bağlarken arkamızdan gelenler, önümüzden gidenler oldu. Göremedik. Bekledik. “Olacağımız kişi” gitti. “Olduğumuz kişi” terk etti. “Olmak istediğimiz” sardı, bırakmadı. Kötü insanlar olduk. Umutsuz. Karamsar. Gitmeselerdi, her şey güzel olacaktı. Sonra birileri “Her şey güzel olacak”ları söyledi. İnanmadık. İnancımız yitirdik. İnsan olmak zor geldi. İnsanlarla olmak zor geldi. Yalnız kalmak istedik, kalamadık. Yalnız kalmamak istedik, kalamadık. Bir “kendimiz” bizi bırakmadı. Hayatta kurtulmak istediğimiz hiçbir şeyden kurtulamadık zaten. Gittik. Gittiğimiz her yere bavulumuzda geçmiş acıları, hayal kırıklarını, kendimizi, umutsuzluğumuzu, düşüncelerimizi, benliğimizi götürdük. Gitmenin hiçbir anlamı kalmadı. Gitmek istediklerimizden gidemedik. Özlendik. Özlenmek istedik. Ait olmak istedik. Olamadık. Hep dışarıda kaldık. Hep arkadan baktık. İyelik eklerimiz kayboldu. İyeliğe sahip olamadık. Koştuk. Düştük. Kalkamadık. Emekledik. Pes ettik. Sevilmek istedik. Kendimizi sevemedik. Sevilemedik. Üzüldük. Ağladık. Haykırdık. “Sev!” dedik. Gitme dedik. Beceremedik. Ağladık. Otobüs yolculukları yaptık. Şarkılara sarıldık. Şarkları sevdik. Kitap kahramanlarına özendik. Başrol olmak istedik, figüran olduk. Ağladık. Bekledik. Gelmedi. Büyüdük. İnancımızı yitirdik. Güvendik. Yanıldık. Kendine güveni olmayan insanlar olduk. Gaz aldık. Kendimize güvendik. Birileri geldi. Egolarını tatmin etti. Egolarımızı yedi. Gitti. “Bakakaldık giden geminin ardından”. Şiirlere sarıldık. Şarkılar dinledik. Sevildiğimize inanamadık, kendimize güvenmeyişten. Sevildiğimize inanmadık, kimseye güvenemeyişten. Mahvolduk. Çocukluğumuzun hayallerini gerçekleştiremedik. Çocukluğumuza ihanet ettik. Olmak istediğimiz olamadık. Bu dünyada hiçbir halt olamadık. Olmak istedik. Yapamadık. Keman istedik. Flüt istedik. Tuval istedik. Top istedik. Yetenek istedik. Sahip olamadık. İye olamadık. İyeliğimiz olmadı. Hiçbir halt olamadık. Hiç kimse olamadık. Akla gelmedik. Unutulduk. Mahvolduk. Çocukluğumuza ihanet ettik. “O” olamadık. Umutsuz kaldık. Mutsuz kaldık. “Mut”u kaybettik. En sonunda neşemizi kaybettik. Başımız sağolsun.Çocukluğumuzu öldürdük.
Gördünüz mü işte : Biz çocukken “o soruları” hiç sormayacaktınız. Gördünüz mü neye sebep olduğunuzu? Çocukluğumuzu küstürdünüz. Sonra bir manyak geldi gecenin 4ünde tüm bunları yazdı gitti. 
Neye sebep olduğunuzu gördünüz mü?

26 Ocak 2012 Perşembe

Mutlu olmak, neşeli olmak, iyi olmak

Bu üçlüyü ne de çok birbiriyle karıştırıyoruz.
Mutluluk, hep bir şeylere bağlı : "Üniversiteyi kazansam, çok mutlu olacağım.", "Bu şehirden gitsem, çok mutlu olacağım.", "O beni sevse, mutlu olacağım." Mutluluk hep bir şeylere bağlı. Bazen soyut, bazen somut. Hep bir elde edişten sonra meydana çıkıveriyor ama hiçbir zaman tam anlamıyla gelmiyor, gelse de koltuğun ucunda oturuyor, kalkıp gidiyor. Çünkü o bütün arzu edilenlerin elde edilişi olmuyor, olsa da kolay olmuyor ya da istenilen surette olmuyor.
He mutlu olan kesim mi? Onlar şanslı kesim. Onlar elde eden. Lütfen bu konunun dışında tutalım. Kıskanıyorum!
Bazı insanlar da nereye gitse, mutsuzluğu da götürüyor. İçinde. Bavuluna biraz pantolon, birkaç kazak, bir de mutsuzluğu tıkıştırıp gidiyor. Gece yan yastığında mutsuzluğu yatıyor, üstüne yorgan örtüyor.
Yani mutsuzluk tam bir orospu çocuğu.
Neşe var bir de. Bak o nedensiz.
Neşeli ol ki genç kalasın.
O hiçbir şeye bağlı değil. İçinde bir çocuk yaşayıp yaşamadığıyla ilgili sadece. Çünkü neşe tam bir küçük kız çocuğu.
Aynı anda hem mutsuz, hem neşeli olabilirsin.
Çünkü mutsuzluk uzun bir süreç ve mutsuz insanlar da kahkaha atar. İşte onun içinde neşe isimli al yanaklı küçük kız çocuğu var.
Yani neşe tam al yanaklı küçük bir kız çocuğu.
İyi olmak var bir de. Bak işte o çok başka.
Mutsuz ol, neşeli ol ama hep iyi ol. En güzel dilek bu bak. Zaten hep iyi'li değil mi tüm dilekler?
İyi geceler, İyi uykular, İyi günler, Kendine iyi bak...
İyi ol. 
Çünkü kimse mutsuzluktan ölmüyor ama iyi olmayan insanlar sürüklenen çuvallardan farksız.
Boş.
Mutsuzken hayat yine aynı rutinde devam eder : Sabah kalkarsın. Belki istemeyerek. Yemek yersin. Belki kusarak. İşe/okula gidersin. Belki söverek. Eve gelirsin. Belki geri geri giderek. Yatarsın. Belki istemeyerek.
İyi olmayan insanlar devam edemez : Sabah kalkmaz. Çünkü zaten yatmamıştır. Yemek yemez. Zaten muhtemelen kusmuştur. İşe/okula gidemez. Çünkü yatağı bırakmaz. Uyuyamaz. Çünkü mutlaka düşündüğü bir şey var ya da gözyaşları izin vermez.
Yani iyi olamamak tam dünyadaki ölüm.
Belki hiç mutlu olmayacaksın.
Belki içindeki çocuk öldü, neşen olmayacak.
İyi ol. Hep iyi ol.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Mutsuz olsan bağıra çağıra mutsuzum diyorsun, mutlu olsan göğsünü gere gere mutluyum diye naralar atıyorsun. Bazen ikisini de olamıyorsun ya da ne olduğunu bile anlamıyorsun. Bazen mutluluğun son durağı, senin düşünmeye başladığın an oluyor. Her şeyi yazabilsen güzel oluyor. Bazen güzel yazıp yazmanın bir önemi olmuyor.
Bazen yazamıyorsun.

19 Ocak 2012 Perşembe

http://fizy.com/#s/14wgcf


Hayatta da duraklar vardı aslında. Her yorulduğumda kendime düşünme araları veriyordum. Gözlerimin her dalışında, eksikleri tamamlamaya çalışıyordum. Konuşulan konulardan, ortamdan anca bu yolla kopabiliyordum. Nereye gittiğim hiç belli olmuyordu ama nereden gittiğim belli oluyordu. Sonra gözlerimin önünde sallanan bir el beliriyordu. “Burada mısın?” Dudaklarımı çizgi film kahramanlarınınki gibi bir yay haline getirip gülümsüyordum. “Hıhı.” Aslında hiç orada olmuyordum.
Kendime göre hayattan bir kaçış yolu bulmuştum yani aslına bakılırsa. Kaçtığım yer de daha parlak bir yer değildi ama. Zaten insan gitmek ister, gider. Gittiğin yerin, geldiğin yeri aratıp aratmayacağı hep bir muamma. Olsun ama. Ne olursa olsun, ben kendime küçük sayfiye yerleri bulmuştum. Gözlerimin daldığı yerler.
Gözlerin daldığında, düşündüğün ben olayım. Hayattan kaçmak istediğin küçük aralarda bana gel. Dinlen. Belki ince belli cam bardakta bir çay içeriz. Sonra dudağımın kenarında, güldüğümde oluşan yaydan öpersin. Gidersin. Çünkü insanlar gider.
http://fizy.com/#s/16l4fa


Sonra dalgalar ayaklarındaki kumu sürükleyip ayaklarını kuma batırırken beklemeye başladı. Daldaki yaprak iki kaşının ortasına düşüverdi. İlk yağmur damlasını içerken hala bekliyordu. İlk kar damlası, bütün siyahları beyaza büründürmeye hazırlanırken beklemeye devam etti.  Çiçekler açıp aşıklar yollarla döküldüğünde hala bekliyordu. Bekledi, bekledi, bekledi… Mevsimler geldi. Mevsimler geçti. Gelmedi. Bekledi, bekledi, bekledi…

10 Ocak 2012 Salı


Sevgilim,
Ne gözlerine methiyeler düzeceğim, ne dudaklarına, ne dudaklarının dokunuşuna. Bilmediğin bir şeye methiyeler düzemezsin de zaten; ama gelseydin, tüm şarkılar, şiirler, romanlar, cümleler senin olurdu. Sen gelmedin. Gelseydin, seni çok güzel sevebilirdim. Sen gelmedin. Ben bekledim. Sen gelmedin.
Gelseydin, dünyanın en güzel gözleri senin olurdu, en güzel sözleri de. Öyle ya, sevgilim dediysem “en” güzeli sen olurdu. Her şeyin “en”i olurdun. Ben bekledim. Sen gelmedin. Ben beklemedim. İnsanlar geldi, insanlar geçti, insanlar gitti. Hayatım tren garına döndü. Gelenler, gidenler, el sallayanlar, arkasına bile bakmayanlar, ağlayanlar… Sen gelmedin. Ben bekledim. Bir gün gideceğini adım gibi bile bile bekledim. Gitsen bile, geldiğin günlere şükretmek için bekledim. Sen gelmedin.
Bir kara göze vuruldular, bir gülüşe, bir söze. Bir dokunuşu sevdiler, bir bakışı. Sen gelmedin, sevmedin. Ben bekledim, sen gelmedin. Çok ağladım, kendime sarıldım, yataklara kapandım, ihtiyaç duydum, kayboldum, bekledim. Sen gelmedin. Sarılsaydın, hemen geçecekti. Sen gelmedin. Zaman geçti, zamanla geçti. Zaman sarıldı. Sen gelmedin.
Ben çok değiştim. Kahvaltıda haşlanmış yumurta yedim, salatada roka yedim, sevmediğim insanlara tebessüm ettim, tahammül edemediğim insanlarla aynı masada yemek yedim, çocukları sevdim, yolların sonunu tahmin ettim, odamı topladım, bardağımı yıkadım, en güzel kıyafetlerimi giydim, en güzel rujumu sürdüm, çok güzel şiirler okudum, şarkılar dinledim, en güzel gülüşümü takındım. Bekledim. Sen gelmedin. Sen şimdi başka bir yerde, başka birileriyle sohbet edip, başka kızlar için ağlayıp içerken ben tanımadığım birine, yabancıya yazılar yazdım. Ben bekledim. Sen gelmedin. Ben beklemiyorum. Sen gelme.
İyi şeyler birdenbire olur, bu kadar bekletmez insanı.
Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar.
Ben beklemiyorum. Sen gelme. Çok bekledim. Sen bilmezsin, ben beklediğim şeylerden soğurum. Sen zaten gelsen de, asla sevemezsin beni, ben de artık seni…
Ben beklemiyorum. Sen gelme.

5 Ocak 2012 Perşembe


Güçlü, ayakları üzerinde durabilen, farkındalığı yüksek, kendinden emin, “biri” olmak için çabalıyorsan, sorguluyorsan; bir yerden sonra o “mutlu” insanları kıskanmaman lazım.
Her gece saatlerce ertesi gün üşümemek için değil de şık görünmek için ne giyeceğini düşünen, en önemli derdi bu olan, yıllarca yapacağı meslek için bir hayali olmayan, tercih anında yazıveren, yüzündeki sivilce yüzünden delice mutsuz olan, kim olduğunu bile umursamadan sadece “sevgili yapmak” için kendini yerden yere atan, gelecek gibi bir derdi olmayan, yaşadığı en büyük problem ailesinin gece dışarı çıkmasına izin vermemesi olan, her gördüğü yeni insan için yıllardır tanıdığı insanları satan insanların neden mutlu olduğunu sorgulama mesela. 
Yüzeysel bakış açılarına sahip insanları umursama. Çünkü senin olmak istediğin “şey”i bu şekilde asla olamayacaklar. Sadece mutlu olacaklar. Sense olmak istediğin “şey” olmadan mutlu olamayacaksın.

Yapabileceği en yanlış şeyi yapmıştı, en yanlış kişiye bağlanmıştı. Hepsi de farkında olmadan olmuştu. Her gün kendininkinin yanına bir sandalye daha çekip aynı masada yemek yiyorlardı. Her gece üzerlerine yorganı çekip, ona sarılıp uyuyordu. Telefonu çalmadığında arayan hep oydu. En güzel monologlarını onunla yapıyordu. Onun şarkısını dinliyordu. Yolda hep birlikte yürüyorlardı. Doğum günü mumlarını birlikte üflüyorlardı. Otobüste, uçakta, metroda yanında oturan hep oydu. Kaybolduğunda yanında hep o vardı. Ona hediye verilmediğinde, veren oydu. Saçları okşanmadığında okşayan oydu. Bir tek o, onu bırakmıyordu. Her yere peşinden gelen tek kişi oydu. Herkes gittiğinde, gelen de oydu. Her gidenin ardından gelen oydu. Her yeni gelen insanın arkasından başını uzatıp “Seni asla bırakmayacağım.” diyen de oydu. Kısa bir süreliğine ayrılsa bile her zaman döneceğini hatırlatırdı hep. Hep “Bekle.” derdi.
Bekle. Onlar gidecek ama ben geleceğim. Ben hep yanında olacağım.
Kalabalıklarda bile elini bırakmayan hep o oldu. Deli dehşet kalabalıkta bir o bırakmadı. Arkadaş sohbetlerinde, her 1 dakikalık suskunlukta kendini hatırlattı.
Elinde değildi onun. O da ona bağlandı. İkisi de birbirine bağlandı.
Sonra o da zamanla hayatındaki bu “en vefalıya” bir isim verdi. Onu adsız çağıramazdı. Yalnızlık dedi ona. Ona bu isim çok yakışmıştı. İkisi de birbirine çok yakışmıştı.
Çok yanlıştı ama. Çok yanlıştı. Ona bu kadar alışmamalıydı. Yanında bu kadar insan varken onu bu kadar özlememeliydi ama biliyordu. Ne de olsa herkes gidecekti ama bir tek o gitmeyecekti.
Yalnızlık’ı onu hiç bırakmayacaktı.