28 Kasım 2013 Perşembe

Değildi. Kıskançlık değildi, yemin ederim. Her sevgiliye bakışımdaki kırıntı kıskançlık değildi, kırgınlıktı.
Gözümün daldığı her yerde ben olmayan bir kadına gelen iç ısıtıcı bir sarılıştı benim içimi üşüten, iliklerime kadar titreten. Eller el ele tutuşmak içindi. Siz amacına uygun kullandığınızda, ben vücudumun iki yanından sarkan o uzuvları cebime soktum. Daha fazla üşümemek için. Köprücük kemikleri sığınmak içindi, şallarla doldurdum; ve boyun öpülmek içindi, şarkılar dinledim “but is still can’t kiss my own neck.” Saçlar okşanmak içindi, sıkı sıkı topladım. O gelmedi ve ben bekledim. Ben bekledim ve o gelmedi. Bendeki güzel olan her şey gitti ve o gelmedi.
Çirkin kadın yoktur bir hiç bir adamdan tarafından sevilmemiş kadın vardır demiştim bundan aylar, yıllar önce, yine bir kış gününü içimi ısıtmak için kaloriferler kullanırken. Şimdi ben her ikisiyim.
Sevgisiz kışlar, ellerinizi ısıtabilirsiniz ama içinizi ısıtamıyorsunuz. Sevgisiz yazlar, yüzünüzü ferahlatabilirsiniz ama içinizi ferahlatamıyorsunuz.
Sevgisizlik sevginin değerini anlaşılır kılardı. Sevgisizlikten geçtim ama sevgisizliği bir türlü geçemedim. Sevgiye, sevgiliye bir türlü gelemedim.
Bazı geceler, seven bir adamın kolları arasında ağlamadan bitmiyor, geçmiyor ve ben o geceleri gündüzlere hiç bağlayamadım. Ben o gecelerde hep içimin bir kıyısını bıraktım ve ben o gecelerde kayboldum, bugüne bakamadım.
Ve insan yara izlerini bir başkası onun yaralarını sevmeden sevemiyor. Biri sizi yaralarınızla sevmeyince, kendinizi sevemiyorsunuz ve aslında siz kendinizi sevemedikçe bir başkası sizi sevemiyor. Kayboluyorsunuz. Kayboluyorum.
Her sevilmeyişten kalan, sevmediğim köşelerim var benim. Yürürken oraya buraya çarptığım, hiç kimsenin hayatına sığmama izin vermeyen köşelerim.
Ve ben ellerimin puzzleını başka elle tamamlayamıyor.
Kışlar sevgisiz çok sağanaklı geçiyor.

11 Ekim 2013 Cuma

Herkes gider, sen kendine kalırsın demiştin ya yine kendi kendine binlerce gecenin karanlığında. Kendi kendine öğüt vermiştin ya, asla uygulamayacağını bile bile, hayatından duraklamaksızın geçen insanlar için kendini tüketme diye. Asıl söylemek istediğin ne herkesin gideceğiydi, ne de kendine ettiğin zulmün su yüzüne çıkarımını; asıl söylemek istediğin, hayatının durağında soluklanmaya tenezzül etmeden kendini gösterip gidenlerden sonra kendinde kendine kalacak bir şey olup olmadığıydı.
Sen kendinden giderken, kendi arkandan dur diyemeyendin. Dur'larını kendine bile tesir ettiremeyen.
Sevmeye yeltendiğinde benliğinden kayıp giden her şey gibi, çok sevdiğin ılık mayıs akşamları da benliğinden usulca kopup gittiği yıl, bir mayıs akşamı da dediğin gibi "Ben kendimden geçtim, sana geliyorum. Senin kapıların bile bana kapalı."
Yine aynı mayıs demiştin ya, sana gelen olmadı ama gidenler sürüyle diye.
Gitmeler artık çok koymuyor da, seni istemeksizin, seni senden alanlar koyuyor artık.
Herkes gider de, sen kendinden gitme. Lütfen.

20 Mayıs 2013 Pazartesi



Her gün bitimine bu denli sevinişimi görenler belli bir tarihte gelecek belli bir şeyi bekliyorum sanırdı. Bir şeyi bekliyordum ama ne tarihini biliyordum ne de gelip gelmeyeceğini. Bekleyişlerimin bu denli can yakıcı ve kırıcı
olmasının tek sebebi de buydu, onlar sabırsız olduğumu sanırdı. Oysa ben, geleceğinden emin olsaydım, emin değil de umutlu bile olsaydım; gıkımı çıkarmadan 7 bahar, 7 güz, 7 kış bile beklerdim. İşte ben o yüzden her gece 12'yi beklerken tırnaklarımı avcuma geçirirdim, onlar sanırdı da sanırdı. Her yeni güne uyandığım
sabah, geleceklerimin gelmeyeceklerinden korkup boşa giden zamanlarımın ardından surat asardım, onlar uykulu sanırdı. Onlar sanırdı da sanırdı.

19 Nisan 2013 Cuma


İlerleyen, takvimin yaprakları; saatin akreple yelkovanıydı.
Biz tarihin bir yerinde öylece kalakalmıştık.
Zamanı durdurmayı öğrenmişçesine.
Bir adım bile atamamıştık ileriye.
İyileşen kanayan yaralardı, kalanlar yara kabuklarıydı.
Biz sadece aynı yaraları kanatmıştık.
İyileşmeyi istemiyormuşçasına.
Tuz basmıştık yaraya.

26 Mart 2013 Salı


Kaybettiğim not defterim, en son koyduğum yerde miydi bilmiyorum ama kaybettiğim umutlarım, kesinlikle en son koyduğum yerdeydi. Ben onları görebiliyordum ama asla dokunamıyordum; çünkü o ciğerlerimi parçalayan müziğin sürekli çaldığı filmde de dediği gibi, geçmiş görebildiğim ama asla dokunamadığım bir şeydi ve benim umutlarımı geri almama dair de bir umut yoktu.
Kaybettiğin şuurunun yerine gelmesi gibiydi. Her şey bir anlıktı, bütün çabamı bırakıp bir bardak çay koyup gözlerimi kapayıp kendimi ucundaki tünelden bir trenin geçip beni parçalarıma ayırıp ayırmayacağından bile emin olmadığım eski demiryolu raylarında hissedişim gibi. Bu sefer elim bir çizik almış kadar bile bir acı yoktu. İnanması o kadar zordu ki buna, iç organlarım onlarca kağıt kesiği almış gibi hissettikten sonra.
Belki dedim, “belki” anca çayımdan bir yudum alma süresince düşünerek, belki de en baştan beri yapmam gereken tek şey buydu. Bırakmak.
Hayatımı elime bir kum öbeği gibi aldıktan sonra başka yapacak bir şeyim kalmamıştı çünkü. Ya parmaklarımı sıkıp akışını hızlandıracaktım ya da öylece bırakıp akışını izleyecektim. Elimi o kum öbeğini aldığım andan itibaren, kumdan kaleler inşa etme şansımı tamamen yitirmiştim. Uğruna ter döküp inşa ettiğim kumdan kalelerimin bir acımasız yüzünden saliseler içinde yok edilmesini, hiç inşa etmemeye tercih etmiştim ve işte şimdi kum tanelerinin geldikleri yere dönüşünü izlemekle cezalandırılmıştım.
Ben hayatta ne yaptıysam, kendime yapmıştım ama sana binlerce kez yemin edebilirim ki, artık hissettiğim şey acı değildi.
Sadece bir çay yudumu alma süresince düşündüm sonra yine. Ben böyle olsun istememiştim. Ben istediklerim olsun bile istememiştim. Ben sadece istemediklerim olmasın istemiştim.
Her şey 2+2’nin 5 olması kadar basitti. Ben hayatımın matematiğini yanlış hesaplamıştım.
Kumdan saatimi çevirip kum tanelerimin akışını izledim. Artık yapacak hiçbir şeyim yoktu ama yemin ederim ki, bir kum tanesi kadar bir acım bile yoktu.
Şimdi sadece her kül tablasında tükenen sigara görüşümde gözüm dolar sadece. Ben kendimi içilmeden kül olan bir sigara gibi tüketmiştim. 

3 Mart 2013 Pazar


Gün olmuş can havliyle kelimeleri havaya savurmuşum da, ilerisi için yastık altında evladiyelik birkaç kelime biriktirememişim. Kelimeler benim evim deyip durmuşum, birkaç kelimeyi birbirine çakıp dört duvar bir tavan yapmışım da, israf etmekten evsiz barksız kalmışım yağmurlu günlerin ortasında.  “Gibi”lerimle sokağın ortasında kalmışım,  “gibi”li kelimelerimle, kelime gibileri yaratmışım.
Gün olmuş üzülmüşüm, sıkılmışım, ağlamışım, mış gibi yapmışım, mış gibi gülmüşüm de kelimelere sarılmışım. İçimde çığlıklar kopmuş, ağzımda ses çıkmamış ama kalemimden kelimeler dökülmüş. Kelimeler taşırmışım, kelimelerden taşmışım. Şimdi kalmışım sessiz, kelimesiz. Anlatmışım zamanında, ağlamışım. Ağladıkça anlatmışım, anlattıkça ağlamışım. Şükretmemişim zamanında.
Gün gelmiş, ben de öyle bir yere gelmişim ki; kelimelerin bittiği yermiş burası. Cümlelerin kelimelerden değil, anlamsız harf yığınlarından ibaret olduğu. Gibi zamanların, gibi kelimeleri, kelime gibileri.
Demiştim, kendime onca kez. Cümlelerin sonuna nokta koy ki, kelimelerin kaçmasın diye. Ben noktaları sevmemişim hiç, bitişler yüzünden. Bitişlermiş benim başlangıcım. Noktalar bir gece bana ihanet etmiş. Sonrası boşluk. Kaçmış gitmiş kelimelerim. Evsizim.
Mutlu gibi. Mutsuz gibi. Gibi gibi. Kelimelerim kifayetsiz kalmış, kıyafeti olmuş gibilerim. Süslemişim de ifade edememişim.
Kelimelerin bittiği yere gelmişiz.
Gibi benimmiş. Gibi benmişim. Arkadaş gibi, sevgili gibi, dost gibi, iyi gibi, kötü gibi, mutlu gibi, mutsuz gibi… Hem hepsi gibi, hem hiçbiri gibi.
Kelimelerin bittiği yere gelince, ben gideyim. Gibi’lerimi yastık aldı edeyim.
Ben artık anlatamıyorum. Sen anla.

7 Şubat 2013 Perşembe

Ben sıfırım. Sıfır olarak doğdum, sıfır olarak büyüdüm. Ben çözümüne ulaşılan bir problemin hayal kırıcı sonucu olan sıfırım. Ben etkisiz elemanım. Problemi değiştirmeyen, hayatlarda yer etmeyen. Sol yanı başıma değerimi artıracak rakamlar almak için büyüdüm. Büyüdükçe, o sol yanı başıma sıfırlar ekledim sağıma bir virgül atıp devam ettim.

2 Şubat 2013 Cumartesi

Bu seferki, anlatmanın, anlatabilmenin çok daha ötesinde bir şey. Zira anlatmanın amacı çoğu kez, karşındakinin görüşünü duymaktır. Duyulacak tek kelimelik yorum bilindikten sonra da gidip birine içini dökmenin bir anlamı yok. Çünkü toplamak hep sana kalıyor ve çok uzun sürüyor. Kulaklarda yankılanacak "nankörlük" kelimesini illa bir ağızdan duymaya gerek yoktu bu sefer. Bu seferki de bundan önceki bazıları gibi haklı olan onlar mı yoksa sen misin karar veremediğin durumlardan biri. Belki de tek gerçek "nankörlüktü" çünkü. Her zaman sevdiğin gerçeklerden, bu seferkisi nankörlüktü belki de. Kelimelerin fazla geldiği durumlardan bu da. Satıp kurtulmak için sadede bir türlü gelemediklerinden.
Bacaklarını karnına çekip yatağında saatlerce ağladığın günlerden, haftalardan, aylardan sonra; bu somut problemlerinin yok oluşunda hissettiğin bu tarif edilemez hoşnutsuzluk tabii ki nankörlük olarak adlandırılacaktı. Hissizlik. Beklentisizlik. Umutsuzluk. Amaçsızlık.
Hayattaki misyonunun bittiğini hissettin mi hiç?
Artık daha fazla elinden gelebilecek bir şey olmadığını hissettin mi ya da? Gerçi bu zamana kadar elinden ne geldiği de ayrı tartışılası bir durum.
Bundan sonra elbette seni çok daha üzecek şeyler yaşayabileceğini ama iyi bir şey olmayacağını hissettin mi?  Sabitlik de değil ama demek istediğim. Hayatında hiçbir şey olmamasının acısı da en az kötü şeyler olması kadar çünkü.
Hep derim ya işte, bir hedefiniz, amacınız, hayaliniz olsun. Çünkü bir hedefi, amacı, hayali olmayan insanlar yeni sabahlara uyanamazlar. Belki öğleden sonralara ama asla sabahlara değil.
Asla sahip olamayacaklarını istemekten vazgeçmenin yükü de en az istemek kadar ağır. Bunu bilmesin.
Peki ya şimdi ne olacak?
Ne olacağız?
Ne olacaksın?
Ne olacağım?

8 Ocak 2013 Salı

Hayatının son 487 gecesinin en az 350sinin ağlayarak geçmesinin ne demek olduğunu biliyor musun? Bilme.
487 gün. Duyduğun her acı verici şarkının göz pınarlarını tetiklemesi ne büyük felaket biliyor musun? Dinlediğin birkaç şarkının iç yakan sözlerine tutunuyorsun. Çünkü ailenin yanında olmadığı zamanlarda tutunabileceğin şeyler, sadece birkaç nota. Sen bilmiyorsun ki, gece seni seven birkaç insan duymasın diye yorganın altında hıçkırıklarını elini ağzına bastırarak susturmaya çalışmanın nasıl bir şey olduğunu.
Peki sana ne oluyor?
Bilmiyorsun. Bilme.
Çünkü senin 487 günün 400'ünde hiçbir şey olmadı. Çünkü hiçbir şeyin içine asla kötü şeyler dahil olmadı.
Sen bilmiyorsun ki, tanrıya inancını en kaybettiğin anda, yine tanrıya "ne olur beni kendine inandır. Buradayım!" diye yakarmanın nasıl bir şey olduğunu.
En son başın ne zaman gerçekten seni seven insanlar tarafından okşandı. Seni "gerçekten" seven. Senden almak istediklerini almak isteyip alamayacağını anlayıp giden insanlar tarafından değil ki.
Sen, başını kalbinde ufacık da olsa yer edinebildiğin bir adamın omzuna yatıp orada öylece ölmek istemek ne demek bilmiyorsun ki. Bilme. Olmadı da zaten. Olmuyor da. Öylece ölmek. Orada. Daha fazlasına gerek yok ki bundan sonra.
Sen hiç bir günün sabahlarına değil de, öğleden sonralarına uyandın mı? Sadece yeni gün için uyanacak sebebi, hedefi, hayali kalmayan öğleden sonraya uyanırlar; sabaha değil. Sen, dünyanın sabahın köründe kalkmaktan en nefret eden insanı olduğun halde, hiç yalvardın mı tanrıya "Tanrım bana bir hedef, bir hayal ver tekrar. Değil sabaha, şafak vaktine uyanayım." diye.
Sen de belki hissettin, tüm insanlık için görünmez olduğunu. Peki sen hiç tanrı için görünmez olduğunu hissettin mi. Sana da, seni görmediği onca zaman sonra, sille gibi tokatlar indirdi mi ardı ardına?
"Tanrım ne olur boğazımdaki yumruları al artık." "Tanrım ne olur, göğsümdeki filleri kaldır." "Tanrım nefes alayım ne olur." Bak bunlar onun sözleri.
Sen hayatında artık asla hiçbir şeyin yolunda gitmeyeceğini anlayıp bunu kabullenmeye çalışmanın ne kadar acı verici olduğunu biliyor musun? Bilme.

Tanrım ne olur artık. Benden esirgediğin mutluluk al senin olsun. Yine hak etmeyenlerin olsun ama ne olursun birazcık huzur. N'olur. Birazcık. Huzur. Ben artık ölüyorum.
Geçmiyor.

6 Ocak 2013 Pazar

Kendine yabancılaşmaktı galiba bunun adı. Yani demek istediğim, 7 ay önce, canının deli gibi yandığı, avcuna tırnaklarını geçirip saatlerce ağladığın bir zamanda, ağlayarak yazdığın bir yazıyı okuyorsun. Tesadüf bu ya, duruma en uygun şarkı da çalıyor arkadan "Adio Kerida" yakıyorsun bir sigara, ağlaya ağlaya okuyorsun. Canın yanıyor. Dersen ki, tekrar acın taze, hala ona mı üzülüyorsun? Bilmem ki. Bilmiyorum. Belki ama asıl sebep, senin şu anki acını yüreğinde hissedişin değil aslında. Asıl sebep 7 ay önce, avuçlarında tırnakları bağıra bağıra ağlayan kızın acısı. Neler yazmışım diyorsun ama asıl önemlisi neler hissetmişim diyorsun. Mümkün olsa, kendi kafanı omzuna yatırıp okşayarak, "geçti işte. gördün mü geçti. sil gözyaşını." diyeceksin.
Mümkün aslında. Ben kendi omzumu öptüm önce. Sonra sarıldım kendime.
İnsanları böyle üzmeyin. N'olur.

1 Ocak 2013 Salı

Kulağımda çalan naif şarkı devam ettiği sürece yolun bitmemesini istediğim gibi istedim bitmemesini. Zaten hiç başlamamış olduğunu fark etmeden, bitmesin istedim. Fark etseydim, bilirdim; bitmesi için önce başlaması gerektiğini.