26 Aralık 2012 Çarşamba


31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan yılbaşı gecesinde-bir gecede- bir şeylerin değişmesini bekleyen insanlara kızamıyorum. Ben her gece uyumadan önce yeni günden bir şeyler bekliyorum. Bir gecede bir şeylerin değişmesini. Değişmiyor. Beklediklerim hiç gelmiyor.
Ne tuhaf. Bir gecede çok kötü şeyler olabiliyorken bir gecede çok iyi şeyler olamıyor. Bir gecede hiçbir iyi şey olmuyor. Bardağın dolu tarafı hala var mı?
Annem kötü şeylerin göz açıp kapayıncaya kadar geçeceğini söylerdi, iyi şeyler de geçiyormuş söylememiş.
Ben artık gözümü açıp kapayınca kötü şeyler bile geçmiyor ki zaten.
Ben hala ne bekliyorum ki?
Ben hala kimi bekliyorum ki?
Gelmiyor.

Sende kalanları geri ver. Öncelikle aklımı.

Bu kadar fazla üzülmek için çok gencim.

25 Aralık 2012 Salı

Bana gelmiyorsanız, aklıma da gelmeyin.

Her kim olursanız olun, bana gelmiyorsanız; aklıma da gelmeyin artık. Çünkü içimden gitmenize izin vermek zorundayım artık.
Bir gün biri demişti ya hani bana. Gidenlerden biri "Let him go."
Edindirdiğiniz tecrübelere ihtiyacım yok.
Bana gelmiyorsan, aklımdan da git.

24 Aralık 2012 Pazartesi

Dünya üzerinde karşılaşana kadar varlığından haberdar olmayan biri, bir gün gelip canını sebepsiz yakabiliyor. Buna gerekçe olarak daha önce canının başkaları tarafından acımasızca yakıldığını gösteriyor ve bunu bir döngü olarak adlandırıyor. Biri senin canını yakınca, sen de karşına çıkan ilk insanın canını, hiç suçu olmadığı, sana sadece iyi niyet ve güler yüzle yaklaştığı halde, canını yakanın intikamını almak için yakabilmeyi haklı göstermeyi deniyor ama bazen öyle bir an geliyor ki, sen bu döngünün etkisi elemanı oluyorsun. Sen can yakmadığı halde canı yanan oluyorsun. Senin bu döngüdeki tek amacın birilerinin ruhsal tahmini olabiliyor ve yine sen can acınla ortada piç gibi kalan insan olabiliyorsun.
Şimdi sıra döngüdeki sıranın gelmesini beklemekte ama eminim ki, sen bu saflıkla sıranı savıp yine canı yanan taraf olmayı beklersin.
Ben artık istiyorum ki, sadece bana ait bir evde tek başıma yaşayayım. Ben artık istiyorum ki, tüm -yakınlarımla- yakın sandığım uzaklarımla- arama mesafeler koyayım. Ben kendi arkadaşım olayım, kendi annem, kendi babam, kendi kardeşim olayım, sevgilim de ben olayım. Gece uyurken saçımı okşayan yine ben olayım. Boynumu öpemesem bile, omzumu öpeyim. Bununla yetineyim. Ben istiyorum ki artık asla gelmeyecek "birilerini" beklemeyeyim. Ben, ben varken, bana sahip çıkayım. Ben, beni daha da bırakıp gitmeden.
A gelsin, biramızı içelim, B ile akşam dışarı çıkalım, C gelsin yemek yapıp yiyelim. Havalardan bahsedelim, bir türlü düzelmeyen dış ülke ilişkileri hakkında salak yorumlarımızı esirgemeyelim, yolda gördüğümüz aptal kızın dedikodusu yapalım ama ne A beni bilsin, ne B içimdeki fırtınaları dindirmeyi denesin, ne C bana kendi hayatına uygulayamadığı öğütlerini versin. Akşam olsun, hepimiz tadı damağımızda kalmış sohbetimiz ile serin evlerimizin, ısıtılmamış yataklarına çekilelim. Ben istiyorum ki, yıktığım duvarlarımın daha sağlamlarını inşa edeyim. Bu sefer kimselerin gelip o duvarları yıkıp enkazında beni çaresizce bırakıp gitmesine göz yummayayım. Ben artık istiyorum ki, gece yatağımda yastığımı, içinden çıkmayı beceremediğim bataklık halindeki dertlerimin gözlerimde topladığı yaşları dökerek ısıttığımı kimseler bilmesin. Kimseler bana, yardım eli gibi gözüken ama aslında aynı bataklığa geri itme amacı taşıyan elini uzatmasın. Ben artık istiyorum ki, arkamdan ne yapacağını bilmediğim alfabenin birkaç harfiyle birleştirilmiş isimleri olan insanlar yüzünden, geri geri yürümek zorunda kalmayayım.
Müsaadenizle ben artık, küllükte yanıp boş yere kül olan sigaraya benzeyen ruhumu da alıp bavuluma içinde hatadan başka bir şey olmayan geçmişimi de tıkıştırıp gideyim. Tek başıma. Siz beni yolun en engebeli kısmında, hiç yanımda olmamışcasına bırakıp yitip gitmeden, ben yanıma kendimi de alıp gideyim. Sona kalan kırıntılarımı da, siz aç kargalar gibi havaya uçurmadan, ben artık gideyim.
Ben artık gideyim çünkü siz hiç bilmiyorsunuz. Siz kendine aynada, hiç tanımadığın birine bakar gibi bakmayı hiç bilmiyorsunuz. İçindeki boşluktan en ummadığın anda fırlayıveren bir canavar, sana hiç asla yapmam dediğin şeyleri yaptırdı mı sırma saçlı kız? Sen hiç acıları kesip atmak isterken, ağladığın geceleri kesip atıyormuş gibi, o sırma saçlarını kısacık kestirebildin mi? Yetmeyince bileğindeki birkaç yeşil damarı öylece kesip atmak istedin mi? Sen hiç sahip olduğun tek şey olan "benliğinden" hastalık mikrobu yayan pis bir böcekmişcesine iğrendin mi sırma saçlı kız? Sen hiç iraden içindeki o koca uzay boşluğuna düştüğü için olmaman gereken yerlerde, olmaman gereken insanlarla, yapmaman gereken şeyleri yaptın mı? Senin ait olduğun yeri bulamadığın, kim olduğunu bilemeyip kendi hücrelerinde kaybolduğun oldu mu? Olmadı. O zaman biz seninle koca bir demlik çayı ortamıza alıp sigaralarımızı yakıp sohbet edemeyiz. Çünkü sen hiç bir şey bilmiyorsun sırma saçlı kız. Çünkü sen belki benden çok şey yaşadın ama asla benim kadar hissedemedin. Çünkü sen asla tırnaklarını avcuna geçirip bağıra bağıra ağlamadın ve çünkü sen asla bir gece üst üste ardı arkası kesilmeyen sigaralar yakıp kendini kimsenin dinlemeye içinin el vermediği o canını derinden yakan, iç organlarını düğümleyen şarkıların kucağına bırakmadın. Çünkü sen hiçbir gün doğumunu yatağında göz yaşları içinde karşılamadın. Sen hiç hislerin canını, iç organların kağıt kesiğine uğramışcasına acıttığı için aldırmak istemedin. Çünkü sen benim hissettiğim kadar hiç hissedemedin. Biz seninle alışverişe gidelim, aynı tabaktan köftemizi yiyelim, biramızı içip hayata sövelim ama biz seninle hiç "yakın" olmayalım. Çünkü benim artık "yakın" "uzak"lara tahammülüm kalmadı.
Ben artık yaptığım her şeyden, çektiğim acıdan kendimi sorumlu tutmaktan mecalsiz kaldım. Bir de sen suçlama beni. Bir de siz suçlamayın beni. Yaptığın her hatadan sonra çektiğin acının üzerine, bir de yüzünün orta yerine kendi şamarını kendin indirmek ne demek hiç bilmeyeceksin, eğer çocukken yaramazlık yapıp düştüğünde, o can acına rağmen annen seni sarıp sarmalamak yerine üstüne bir de yaramazlık yaptığın için seni dövmediyse. Çünkü benim yaptığım hep bu oldu. Çünkü ben yaramazlık yapıp düştükten sonra can acısına rağmen, yaramazlık yapıp kendi canını acıttığı için annesinden bir güzel dayak yiyen küçük kız gibi, her düşüşümden sonra canımı yakanlara kızmak yerine kendi canımı acıttırdığım için bir de canımı ben yaktım. Çünkü benim yaptığım hep bu oldu.
O gün geldi, o yer geldi ve ben artık yıllarla büyümüyorum. Aylarla büyüyorum. Haftalarla büyüyorum. Günlerle büyüyorum ve en acısı ne biliyor musun? Ben artık saatlerle yaşlanıyorum. En acısı ne biliyor musun, benim içim 9 yaşında sevimli bir çocuk, ben 19 yaşında bir genç kız, ruhum ise 79 yaşında bir madam. Sen hiç aynı anda bu kadar çok yaşta oldun mu?
Sen hiç onlarca insana derdini anlatırken,  aslında anlatmak, omzunda saatlerce ağlamak istediğin insanların o onlarca insandan hiçbiri olduğunu fark ettin mi? Ben artık yutkunurken, tükürüklerimi yutkunmak için yutkunmuyorum. Ben artık defalarca, üst üste, boğazımdaki konuşmamı, anlatmamı, asıl derdimi anlatmamı engelleyen yumrularımı yutmak için yutkunuyorum. Olmuyor. Bu da diğer binlerce çabam gibi beyhude oluyor.
Benim her şeyim gibi oluyor. Sadece gibi oluyor. Olması gereken değil de, olması gerekenin gibisi gibi oluyor. Gibi. Olmaz olsun istiyorum. O da olmuyor. Olsun.
Sana her gün binlerce insan gelip hayatında yatıya kalıyor. Bana gelen olmuyor ama gidenler sürüyle.
Ben düştüm. Sakın elini uzatma. Ben kalkmanın bir yolunu bulurum. Düşe kalka bu işler. Ben kalkamıyorum ama gelme ne olursun. Canını seveyim gelme. Gideceksen gelme. Gitmek için gelme bana. Kalmak için gel. Gel, ben sana anlamlar yükleyeyim. Yıllar süresince kaybettiğin anlamları. Gel ben  senin ince belli çay bardağına bir demli çay doldurayım, sigaranı yakayım, öpeceksen de güldüğümde ağzımın kenarında oluşan yaydan öp beni. Dudağımdan öpme beni. Tam kenarından. Sen hiç gelme ya da. Gideceksen gelme bana.
Ben başımın çaresine bakarım.
Ben çok yorgunum. Anlayamayacak kadar. Anlatamayacak kadar. Görmüyor musun, yine bir yazıda daha anlatamadım anlatmak istediklerimi. Görmüyor musun? Ben yapamıyorum. Benim artık yapabildiğim hiçbir şey yok.
Ben artık çok yorgunum. Sen iyisi mi git. Sen iyisi mi bana gelmeden git. Giderken ışığı söndür. Anılarımı bırak, acılarımı, geceleri sarılıp uyuduğum şarkılarımı bırak. Sen iyisi mi git. Bak son otobüs kaçıyor. Tabana kuvvet gitmenin sorumlusunu da ben yapmadan git. Sen iyisi mi git.
Sen de git. Beni benden giden benliğimle, bencilliğime bırak.
Ben beni arıyorum. Nereye koyduysam oradadır ama ben kendimi nereye koyduğumu bulamıyorum. Ben kendimi kimde unuttuğumu hiç bilmiyorum.
Sen iyisi mi git.
Ben yalnızlığımın üstünü örter, ona sarılıp uyurum. Beni asla onsuz bırakmayan yalnızlığımı alır koynumda uyuturum.
Siz iyisi mi beni bırakıp gidin.
Benim büyümem lazım.

22 Aralık 2012 Cumartesi

Birbirinizi dinlemeye o kadar cesaretiniz yok ki, çıkışta sevişme umuduyla içki içilen gürültülü barları,sakin bir yerde sohbet edilerek içilen çaya tercih ediyorsunuz.

Allahım dünya üzerinde en çok kıskandığım çift ayrılmış. Buna sevinmem hoş olmayabilir ama ne yapayım oğlum bu kadar yalnız bırakılmasaydım ben de.
Zaten hiç uyumlular mıydı allasen ya. Bırak.
Saçmalama tabii ki gülmüyorum.
Yalnızlıktan çok kötü bir insan oldu galiba ben allahım. Söz yarın iyi işler yapacağım.

Çok afedersiniz ama arkadaşlığınızı sikeyim.

Sen şimdi benim arkamdan iş çeviren, kol gibi sallayan kızla arkadaşsın ya yakın arkadaşım, onunla kahve içip benim hakkımda konuştuktan sonra; üzerine suyu benim evimde mi içiyorsun?
Hani hep derler ya, insan kendi canını yakandan çok; sevdiğinin canını yakanın canını yakmak ister diye, sen bırak onun canını yakmayı, hala onunla arkadaş olabiliyorsan, beni sevmiyorsun demektir sevgili yakın arkadaşım.
Pardon ama cidden samimiyetinizi sikeyim.
Sen onunla hiçbir samimiyetin olmadığı halde, benim ağzıma sıçan herifle konuşmaya devam edip bunun üzerine bir de hala sana güvenmemi nasıl beklersin? Sence de biraz yüzsüzlük olmaz mı bu benim canım arkadaşım.
Ben sana evimi açıp yemeğimi yedirip senin yanında uyurken için nasıl elverir, canımı yakan insanlarla samimi olmaya.
Gözünüzün önünde biri, biri canını yaktığı için gözyaşı dökerken; siz hala diğeriyle konuşmaya nasıl devam edersiniz.
Ben sevdiklerimin canını yakanları görmeye bile dayanamıyorum. Ben sevmeyi biliyorum arkadaşlar. Bu bencillik değil. Canımı yakan, görüşmediğim insanlarla mesafeli olmanızı istemem, bencillik değil. Sevgi getirdiği fedakarlık bunlar.
Ben birinin canını yakınca, yakın arkadaşları benim yüzüme bakmıyor. Kırılmıyor muyum? Kırılıyorum ama diyorum ki, "Aferin be. Sevgi işte. Onun için beni sikip atabiliyor."
Benim kırdıklarım hep birileri için "değerli" olabilmiş ama ben olamamışım.
Bana da aferin. Ben hala kimse için değerli olamamışım.
Bana da aferin.

16 Aralık 2012 Pazar

Bıraktım ve benim için artık hiçbir insanoğlu için yapacak bir şeyim kalmadı ve ben artık hiçbiriniz için kılımı bile kıpırdatmam.
Söyler misin bana, o "hayvan" dediğin yaratıklardan kaç tanesi derdini anlattığın, birlikte aynı masada oturduğun varlığın canını yakmak için uğraşır? Hiçbiri! Ve sen insanoğlu, başka bir insanın canını yakmak için çabaladıkça o hayvandan daha insan olamayacaksın.
Ve sen acımasız yaratık, biri senin canını yaktı diye; yıllarca varlığından haberdar dahi olmadığın sana sadece iyi niyetle, içten bir gülüşle yanaşan insanın canını "döngü" vesilesiyle yaktığın müddetçe asla bir insan olamayacaksın.
Ve ben sizin o aptal döngünüzde asla can yakan taraf olamadım, canı yanan taraf olmaktan.
Ve sen adına "insan" denen yaratık, daha ne kadar iğrençleşeceksin?!
İyi niyetimin bitişine hoşgeldiniz!
Artık önünüze fırlatılan kaptan yiyiniz.

"Elinde evirip çevirip oynayıp durduğun şey, senin hayatın." diyorum. "Kendine, kendi hayatında tutunmak için iyileştirilmiş, en azından bir alan yarat." diyorum. "En azından bir alan."
Bunlar zihnimde, monoloğumun birkaç repliği olarak gezinip duruyor.
Bırak şimdi kalbinin oraya buraya dağılmış kırıklarını toplayıp tek parça haline getirmeyi. Bırak şimdi göz pınarlarını terk etmiş yaşlarını geri doldurmaya çalışmayı. Kırıklar yapıştırılınca tek parça olmuyor. Gidenler, gittikten sonra geri gelmiyor. Bırak şimdi düğmesi geçmişte takılı kalmış zaman makinende yaşamayı. Bırak geçmişi, şimdiyi. Geçmiş geçti, şimdi geçici. Bırak elinde oynadığın hayatını.
"Geleceğin, gelmeden gidiyor." diyorum sonra.

15 Aralık 2012 Cumartesi

İçini çıkarıp bırakmak istemek gibiydi tüm bu hisler.
İçin çıkana kadar ağlamak tek yol gibiydi.
İçini dökmek gibiydi tek yol.
İçini dökmenin tek sonucu, tüm dağınıklığı tek başına toplamak gibiydi.
Yani her şey "gibiydi".
Hiçbir şey olması gereken değildi
Ve işte her şey olması gerekenin gibisi gibiydi.

14 Aralık 2012 Cuma

Sizinle aynı yollardan geçmemiş insanların, hayatınızla ilgili size öğüt vermeye çalışmalarına izin vermeyin. Zira bu onun egosunu tatmin etmekten başka bir şey değil.
Adam gelmiş 25 yaşına, hala ailesiyle yaşıyor, bana güçlü olmakla, kendi ayaklarının üzerinde durmakla ilgili öğüt verip duruyor. Bırak kendi ayağını, sen değneklerle ayakta duruyorsun be adam.
Öğütlerini kendi hayatına uygulayamamış ya da hayata sizin baktığınız gözden tamamen farklı bir gözle bakan insanların öğütlerine kulak asmayın.
Bunlar hep kendini bilmezlik.

9 Aralık 2012 Pazar

Hello, Hallo, Salut!

Beni gerçekten takip eden var mı hiç bilmiyorum ama bundan sonra sanırım düzenli olarak buradayım. Eskisi gibi yazasamasam da, saçmalarım en azından. Çünkü buralar hep benim.
Hem siz hiç kimsenin okumayacağını bildiğiniz halde yazmadınız mı? Eğer yazmadıysanız, tebrikler. Yakınları tarafından oldukça kaale alınan bireylersiniz.
Ben buraya içimi dökeceğim, eskiden düzenli olarak yazdığım tumblr hesabımdaki gibi. Merak etmeyin etrafı çok kirletmem. Döktüklerimi ben toplarım.
İyi geceler.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Yaşadıklarım çok zor demedim. Hissettiklerim çok zor dedim. Anlamadın. Anlamadınız. Dinlemediniz. Kulak misafiri olmak bile yetecekken anlamak için, ona bile razı olmadınız.
Tuzla buz olmuş bir bardağı tekrar yapıştırıp eski haline getirmek gibiydi içimde paramparça olan şeyleri yapıştırıp hayatıma dönmem. Yapıştıramadım. Kayıp parçalarımı hiç bulamadım. Hep eksikmişim, tamamlayamadım.
Bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok. Eğer sen de göz yaşların belli olmasın diye ağlamak için her yağmur altında yürüyüşünü beklemiyorsan, bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok.
Sen her şey olmak isterken, hiçbir şey olmadıysan benim gibi; bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok.
Ve sen, sen kendini giderken arkasından izlemediysen; bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok.
Çünkü ben, ben kendi arkamdan göz yaşlarıyla el sallayalı çok oldu.
Çok doğaldı aslında. Ben kendimden giderken, insanların benden gitmesi çok kolaydı. Ben kendimi kendime bağlayamamışken, birini bana bağlayamam çok doğaldı.
Ben sana çok bağlanmıştım, kendime bağlanamadığım kadar.
Sen hiç kendi bedeninde tutsak kalmadıysan, sen hiç kendinden kurtulmaya çalışmadıysan; bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok.
Senin sarılıp uyuyacak tek şeyin, hataların değilse; bizim seninle konuşacak hiçbir şeyimiz yok.
Git.

11 Kasım 2012 Pazar


           Biri geliyor, kısa zamanda öyle yaralar açıyor, öyle izler bırakıyor ki en derininde; karşılaştığın diğer bütün herkes bu boşluğun sorumlusu oluyor. Karşılaştığın herkes düşmemek için tutunacağın değnek oluyor. Her güzel cümle söyleyen, o oluyor. Her cümle onun cümlesi oluyor. Sarıldığın herkes onun boşluğunu doldurmak için büyüdükçe büyüyor. Biri geliyor, öyle şeyler yapıyor, öyle şeyler hissediyor ki, sorumlu oluyor. Hayatının en büyük hatalarının sorumlusu oluyor. Her hatanın üzerinde koca puntolarla ad altyazı geçiyor.
            Bir gün geliyor, sen öyle şeyler yapıyorsun ki, öyle şeyler yapıyor ki; kendin öyle şeyler yapıyor ki; “ben” diyemiyorsun. Olduğun kişi, yaptıklarınla o kadar uzakta kalıyor ki, ben demeye dilin varmıyor. Ben bir anda sen oluyorum, ben bir anda o oluyorum. Ben artık ben olmayayım da ne olursam olayım diyorum, diyorsun, diyor. Şahıslar karışıyor, kafalar karışıyor. Bir gün geliyor sen öyle bir hata yapıyorsun ki, kim olduğunu unutuyorsun. Bir gün geliyor, sen koca bir şehrin sokaklarında kaybolmayı yeğliyorsun; kendinde kaybolmak yerine. Kendimi kendimde kaybettim. Hükümsüzdür.
           Bir gün geliyor kimliğin öyle kayboluyor ki, ismi değiştirsen yeridir. Bir gün geliyor öyle bir hata yapıyorsun ki, aynada aksin kafanı senden çeviriyor. Bir gün geliyor, geçmişin senden hesap soruyor. Geleceğin artık gelmemeye yemin ediyor. Bir gün geliyor ve sen iyice batıyorsun. Bir gün geliyor ve sen annenin karadenizde batan gemileri oluyorsun.
           Öyle bir gün geliyor ki, hiç oluyorsun. HİÇ. Sen hiç hiç oldun mu? Ben oldum. Sen olma.
           Bir gün geliyor, öyle şeyler oluyor ki lanet olsun günlere. Günler gelmesin.

6 Kasım 2012 Salı



                                Sizin de hiç aklınızda gün boyu aynı dizelerin dolaşıp durduğu oldu mu?

5 Kasım 2012 Pazartesi

" Eylül toparlandı gitti işte
  Ekim falan de gider bu gidişle."  
diyordu ya Turgut Uyar, ekim falan da gitti bu gidişle. Arkasına bile bakmadan. Tüm gidenler gibi. Kasım geldi yine 12 koca koltuktan 11.sine kuruldu diğer tüm kasımlar gibi. Diğer tüm kasımlar gibi, aşkların başka olduğu kasım değildi bu kasım da. Bu kasım da sündürülmüş kollu hırkaların kasımıydı. Bu kasım da elinin bir adamın eli tarafından ısıtılmak yerine, bir kahve kupasıyla ısıtıldığı kasımdı. Diğer tüm kasımlar gibi. Bu kasım da her şey "gibi"ydi. Olması gerektiği gibi olmak varken, bu kasım da her şey olması gerekenin gibisiydi. 
Aylara fazla anlam yüklememek gerekliydi zaten. Yıllara da... İnsanlara da fazla anlam yüklenmemeliydi. Anlamlı olan her şeyin anlamını yitirdiği şu zamanlarda hiçbir şeye anlam yüklenmemeliydi. 
Dinlemedi, gitti. 
Bütün anlamsızlıklara bir anlam yükledi. 
Oysa zaman değişti ya artık. Çok değişti. Önce çocukluğunun bayramları anlamını kaybetti. Bayramların el öpmeleri anlamını kaybetti. Sonra zaman değişti. Çok değişti. Yılbaşları anlamını kaybetti. Yeni yılın iyi şeyler getirmesi dilekleri, yeni yılların daha fazla bir şeyler götürmemesi dileklerine dönüştü ya, işte o zaman, zaman çok değişti. Kelimeler anlamını kaybetti sonra. Dile geldikçe kelimeler, anlamlar kelimeleri terk etti gitti. İşte o zaman, zaman çok değişti. "Seni seviyorum" cümlelerin en fahişesi oldu. En duygusuzu. Anlamlı olan her şey anlamını kaybetti. Sonra "canım" anlamını kaybetti. Anlam, beş harfi terk etmekten önce ne de güzeldi. "Can'ım"dın. Sonra sadece canım olup gittin işte bütün anlamlar gibi. Öylece arada kaynadı. İyeliğini düşürdü bir merdiven arasında can.
Ben topladım hepsini. Hepsi ceplerimde. Kaybolan bütün anlamlar. Boşver şimdi bana anlamlar yüklemeyi. Boşver şimdi bu anlamsızlık içinde anlamlar aramayı. Hepsi bende. Bütün anlamlar ceplerimde. Sen gel. Gel sen,  ceplerimde senin için gazoz kapakları biriktiren çocuk gibi anlamlar biriktirdim ben. Sen gel, anlamların olsun senin. Sadece senin olsun, bütün bu anlamsızlığın içinde sadece senin anlamın olsun. Gel sen, ceplerimdeki anlamlar senin olsun. Merak etme, sana anlam yüklemem. Ben senin için taşırım hepsini. Sen gel.

"Melis, insanlara adım at, Melis insanlara adım at." deyişlerinizin neticesinde attığım adımların hepsi götümde patladığına göre; bundan sonra olsa olsa geri adım atarım.

24 Mayıs 2012 Perşembe

Gel, bir cümleye yerleşip orada yaşayalım.

İçinden Gemiler Geçen Şehrin İçinden İnsanlar Geçen Kızı

Hayatının limanına insanlar yaklaşıyordu. Demir atacaklar sanıyordu. İnsanlar gemiler gibiydi. Gemi bu, geçer gider. Şairin dediği gibi, bakakalıyordu gide geminin ardından. Atmazdı kendini denize. Zira deniz de oydu, liman da. Gemiler denizine demir atıyordu. Deniz onun yüreği. Kalbi paramparça, demirler atılmış. Kan revan.
Hem içinden gemiler geçen şehrin içinden insanlar geçen kızıydı, hem de denizin kızıydı. Deniz babasıydı. Bambaşka denizlerin kızıydı. İçindeki dalgaları sakinleştiren tek şeyin, denizin dalgalarını izlemek olmasının tek açıklaması oydu. Kızını bir tek babasını sakinleştiriyordu. İçinden insanlar geçen, denizin kızı.
Bak bir insan daha battı.
Denizinde artık sular bulanmayacaktı. Gemiler batacak, tufanlar çıkacak, insanlar boğulacaktı. Deniz hıncını alacaktı.
Göz yanılsaması. Uzun süre duran bir şeye baktığında, bir süre sonra hareket ettiğini sanman gibi. Biri geldi sanıyorsun bazen, hayatına, kalbine bir şey oldu. Anlık, kısa süreli mutluluklar dalgalanıyor gözünün önünde. Göz yanılsaması. Hayat senin hayallerindeki gibi değil küçük hanım, olsa olsa heyulandaki gibi olur. Bu hummalı yarış için ne de güzel sonuç ama. Göz problemlerinden bahsetmişken, bir de göz mercekleri problemi var. Yanlış insanları gözde büyütme. Küçükler bir anda kocaman oluveriyor gözünde. Sonra bir anda minnacık oluyorlar yine. Sorun sende değil, göz merceklerinde.
Sadece göz mü, bütün vücut karışık. Bu hengamede, çene kaslarının kafası çok karışık. Uzun süre olduğu yerde durdular ya, fırsatını bulduklarında kulaklarla sevişmeye kadar gidiyorlar. Ağzın, kulaklarının kapısında. Yaylı mıdır nedir ancak, çok uzayınca, pat diye eski yerleri dönüveriyorlar. Bütün vücut karışık işte. Göz pınarları desen, pınar değil; şelale.
Beyin mesela, çok kullanılmaktan, düşünmeden hata vermiş. Sekteye uğramış. Arada kendini kapatıp çekiliyor. Eh ihtiyaç duyulan zamanda, cam kırılıp uzanılacak zamanda. Karar verme bambaşka organların elinde. Kulaklara kalmış karar verme görevi. En olmayacak yere. İnanıyor duyduğu her söze kulaklar. Sonrası, sonrası perişan tabii ki. Kulaklar, inanıyor duyduğu "her" söze. "Gel, seni babana götüreceğim." deseler 28 yaşında sana, gidersin. Beyin çekilmiş, kulak inanma işinde. Olacak iş değil.
Kalp, kan pompalamaktan başka işlere kalkışmış. Her yer kan revan. Becerememiş. Çok çarpmaktan helak düşmüş.
Vücudun uyku mekanizması etkilenmiş. Uykunun ne olduğu unutmuş.
Baş ağrısı çöreklenmiş.
Mide, heyecandan, stresten, umuttan spazmlar içinde. Ondan zaten beklenti bile yok artık.
Tüm vücut karman çorman. Ne hayır kaldı, dağ gibi insanlardan.
Olur böyle şeyler ama. Problem etme. Göz problemleri, kalp spazmları, kalp kırıkları. Merak etme ama, kırık değildir. Kırık olsa duramazdın. Belki paramparçadır.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Hey!

Mutluluğu çok başka yerlerde bulduğunu söylemiş miydim?
Dün gece çok güzel bir filmde buldum mesela.

Bir arkadaşımın, "İzlerken aklıma sen geldin, kesinlikle izle." demesi üzerine; itaat ettim ve hemen izledim.

Dünkü mutluluğumun sorumlusu olur kendisi. Girl On The Bridge.

  İlk 7 dakikadaki röportaj sahnesi, bence filmin en iyi sahnesiydi. 





Filmden tabi ki yine aklıma not ettiğim replikler çıktı. Fazlasıyla.





"Uzun zaman önce caddenin çift tarafında oturdum. 22 numarada. Karşıdaki evleri seyrettim. Daha mutlu insanları düşündüm. Odaları daha güneşliydi, partileri daha eğlenceli; ama aslında odaları daha karanlık ve küçüktü ve onlar da karşıdaki evleri seyrettiler. Çünkü, biz şansı hep sahip olamadığımız şeyler olarak düşünürüz."

Bir de soundtrack'i bulabilseydim iyiydi.

Neyse, izleyin gençler.


3 Mayıs 2012 Perşembe

Merhaba!

Geçtiğimiz günlerde İzmir'den bir kitap fuarı geçti. Ben ne yaptım? 3 aylık bursumun yarısını, bıraktım geldim. Pişman mıyım? Asla.
  
Gittim ben de bu harika şeyleri aldım. Minik yurt odama sığmak artık daha zor. Hatta Almanca yakamı bıraksa kendime kitaplarımla çok güzel planlar yapmıştım ama zorunluluklar malum. Kendime kitap kahramanlarıyla duygusal ilişkiler planlarım suya düştü yani anlaşıldığı üzere. Bir kitap kahramanına aşık olup, diğeriyle dost olacaktım oysa ki. Neyse, 1,5 aylık muazzam tatilimde, her kitabın kahramanıyla tanışırım.
Ha bir de, şöyle bir şey var:

O gün mutluluk bir mürekkepten döküldü aslında.
Küçükken evlenmek istediğim Yekta Kopan, biraz zaman geçtikçe sesine hayran kalıp seslendirmelerini dinlediğim Yekta Kopan, 18'imde kitaplarının cümlelerinin altını çizdiğim Yekta Kopan.
Mutluluk.



2 Mayıs 2012 Çarşamba

İnsanlar geliyor, insanlar geçiyor. Bazıları içinden geçip gidiyor; ama geçiyor. Zaman da geçiyor. Bazen zamanla geçiyor bazen sadece zaman geçiyor ama her şey geçiyor. İyi olan her şey geçiyor; kötü olan her şeyin geçtiği gibi. Kötü olan şeyler geçip gidiyor, dönerken suret değiştirip geçiyor. Sonra onlar da geçiyor, tekrar yenileri... Kısır döngü devam ediyor. Minik çemberinin içerisinde delice koşup duran, her seferinde aynı yerden geçip bir türlü sona varamayan hamster gibi dolaşıp duruyoruz hayatın içinde. Hep aynı yerden geçiyor olabilirdik ama bu geçip gitmediğimiz anlamına gelmiyordu asla.
Günler geçiyor, haftalar geçiyor, aylar, yıllar geçiyor. Peşine sürüklüyor çarpa çarpa götürüyor. Yara izleri bırakıyor; ama geçiyor. Her yara izi sayfalar dolusu dersler ifade ediyor. Tekrar tekrar kanatılmış, kabuğu koparılmış yara izleri alınmamış dersler ifade ediyor.
Aklından aynı anda binlerce düşünce geçiyor. Geçip gitmiyor. Dolandıkça dolanıyor.
Domino taşları misali devrilip devrilip duruyoruz. Tek bir taş oynayınca bütün denge sarsılıyor, koca kule yıkılıyor. Devrile devrile yok oluyoruz. Tekrar kalkıyoruz. Kalkacağız, zaman geçiyor.
Hayatının fotoğrafından insanlar geçiyor. Kimisi asıl model, kimisi arkadan geçip gidiyor. Herkes gidiyor. Herkes geçip gidiyor. Düşüyorsun, insanlar geliyor, kalkıyorsun, insanlar gidiyor.
İnsanlar geçiyor, geçerken uğruyor.
Zaman geçiyor. Acele et.
Bak bu yazıyı yazarken dinlediğim şarkı geçti gitti kaç kez. Bu şarkı hala geçiyor.
Bu yazı geçip gidiyor.
Koca ömür geçip gidiyor.
Üzülmeye vakit yok, her şey geçiyor.
14 yaşın geçti, 15 geçti, 16 geçip gitti, 17 bitti, 18 yaşın geçip gidiyor.
Acele et. Zaman geçiyor.
Her şey geçiyor.

28 Şubat 2012 Salı

Gözümüzün, göğüs büyüklüğümüzün, bacak uzunluğumuzun, güzelliğimizin, çirkinliğimizin, zekamızın, hatalarımızın, pişmanlıklarımızın, kim olduğumuzun, kim olamadığımızın önemsenmediği bir yer aradık durduk. Bulsak; beş dakika durmadan gidecek, sonsuza dek orada kalacaktık. Aslında hep yanıbaşımızdaydı, göremedik. Annemizin dizleri orada başımızı bekliyordu, gittiğimizde anladık.
Tüm dertlerim geçer, anneme sarılsam yeter.

17 Şubat 2012 Cuma

Duvara düzgün asılamamış tablo gibisin. Sadece pencerenin perdesini havalandırmaya yetecek bir rüzgarda bile sarsılıp yeri boylayıveriyorsun. Yerini tam bulamadığında oluyor anlayacağın.
Önce şoförün tam arkasındaki koltuğu deniyorsun. Her şey senin kontrolündeymiş gibi geliyor. Omuzlarındaki bu yükü kaldıramıyorsun. Tek amacın seyahat etmek. En arkaya geçiveriyorsun. Her şey senin kontrolünün dışında bu sefer de. Öyle de olmuyor. Ortamdan soyutlanıyorsun. Ortalardan bir koltuğa geçiyorsun. Kapı önü. Her an gidecekmişsin gibi. Her an gitmeye kalkanları engellemen gerekir gibi. Olmuyor. Cam kenarları da olmuyor, üşütüyor. Zaten başını bir omuza değil de cama dayayacağın gerçeğini hatırlatıyor cam kenarları. Can sıkıcı. Yalnızlığını yüzüne vuruyor. Koridor kenarına geçiyorsun. İnsanlar geliyor, insanlar geçiyor. Sana göre değil. Sanki seni koltuğundan kaldırıp önlerine katıp sürükleyeceklermiş gibi. Rahatsız. Güven vermiyor. Bir sürü yer deniyorsun. Olmuyor. Koskoca otobüse sığamıyorsun. Sanki koskoca otobüs bir seni kabul edemiyor.
Kendine yer ararken, binlerce hata yapıyorsun. Zararı hep sana. Omuzlara başın düşüyor, alay konusu oluyorsun. Hareket halindeyken takılıp düşüyorsun, eller uzanıyor, sen ayağa kalkamadan çekiliyor. İlk frenle tekrar düşüyorsun. Rezillik. Açılıp kapanan kapılar üşütüyor. Belin tutuluyor. Sırf yer ararken binlerce hata yapıyorsun. Rezillik. Zararı hep sana.
Size kendimi anlatamadığım için özür dilerim. Mutsuzluğuma, sizin aklınıza yatan sebepler bulamadığım için de özür dilerim. Hayatıma sizin gözlerinizden değil de, kendi gözlerimden baktığım için özür dilerim. Sevin diye verdiğim tavizler yüzünden özür dilerim. Hayatımdan çıkma diye yalvardığım insanlardan özür dilerim.
Yaşamaya çalıştığım için özür dilerim.
Anlasan ne güzel olurdu.

14 Şubat 2012 Salı

http://fizy.com/#s/2ehr7t
Görünmezliği keşfettiğini söyleseydi alkışları toplardı. Bir formül veremezdi ama. O olmaları yeterliydi. Yoktu. Görünmüyordu. Fotoselli lambalar tarafından bile fark edilmiyordu. Hiçbir geçişinde sorunsuz yanmıyorlardı. Kafasının üzerine ışıklı bir "Burdayım!" tabelası yaptırsa yeriydi. Yok oluyordu. İçinden insanlar geçiyordu. İçinden öyle insanlar geçiyordu ki, yok oluyordun. Öyle yok oluyordun ki, içinden insanlar geçiyordu. Görünürlüğü bile kaybetmişti. Son noktaydı. Hayaletler bir toplumda ne kadar yer alabilirdi ki. O kadar yoktu ki, eliyle ne tutmaya kalksa yere düşüp parçalanıyordu. Her şey içinden geçiyordu. Her şey içinden geçiyordu. Geçip gitmiyordu. Fark edilmiyordu. Yok oluyordu. İsmi unutuluyordu. İyeliğe iye değildi. Kimliği yok oluyordu. Görünmüyordu.
O aslında yoktu. Hayaletler için zaman kavramı daha zordu.
Bekledi, bekledi, bekliyordu, bekliyor. Görünmeyi bekliyor. Dilinde hep aynı şarkı.
Görünmezliği keşfetmişti ama o kadar yoktu ki ortada bir anlamı da yoktu.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Yalan olduğunu bile bile inanmak. İnanmak istemek. Yerdeki son ekmek kırıntılarıyla karnını doyurmaya çalışan kuş gibi son umut kırıntılarıyla yaşamaya çalışıyordum.
Bir nevi önüme atılanlarla yetinmeye çalışıyordum. Sevilmek için havada taklalar atıyordum. İstediğimi bulamayınca uçup başka diyarlara göç ediyordum. Mevsim dönümünde yine aklımın kaldığı yere dönüyordum.
Kimi zaman da en fazla bir kafes kuşu oluyordum.

12 Şubat 2012 Pazar

Sırf belki içimdeki kadınlık iç güdüleri harekete geçer de, akması ihtimali ağlamama engel olur diye her gün bir ton göz kalemi ve rimel sürüp eyeliner çekiyorum.
Olmuyor. İçimi çeke çeke ağlıyorum. Suratım maden işçisine dönüşene kadar ağlıyorum. Dudaklarımı ısırıp kanatana kadar ağlıyorum.
Sorun ne, ben bile bilmiyorum.

11 Şubat 2012 Cumartesi

En hüzünlü kelimeleri bir cümleye tıkıştırıp, kaçmasınlar diye de sonuna nokta koydu. Cümle ağızdan çıkarken, gözyaşları kendilerini göz pınarlarında durduramadı.

9 Şubat 2012 Perşembe

Bağlanmak için bir şehri seçti. Çünkü şehirler gitmezdi. Şehirlerden gidilirdi ve bir şehir dönmek istediğinde, her zaman yerli yerinde durup seni beklerdi. Çünkü şehirler yalan söylemezlerdi ve bir şehir ne kadar kalabalık olursa olsun, mutlaka seni de alıp sarmalayacak bir yeri olurdu. Çünkü bir insanın aksine, bir şehrin içinde kaybolduğunda çıkmak için tabelalar bulunurdu.
Sevme hakkını bir şehirden yana kullandı.
Şimdi sadece bir şehri tanımak için uğraşacaktı ve kendini sadece bir şehre tanıtacaktı.
Şehir ona vapurda, martıların karşısında bir yer ayırıp bekleyecekti.
Çünkü şehirler gitmezdi.
Şimdi avcunun içi gibi bildiği şey, bir insan değil de; bir şehrin sokakları olacaktı.
Şimdi sadece bir şehir tarafından sevilmek istiyordu.
Çünkü şehirler asla gitmezdi.
Bari o şehir onu sevsin.di.

8 Şubat 2012 Çarşamba

Pandora'nın kutusundan çıkan kötülüklerden sonra içinde saklı kalan umudu da çıkardım kutudan. Pandora'nın kutusu da boş kaldı. Umut da gitti.
Artık hiç umut kalmadı.

Tarih dersimin iyi olması sebebiyle, asla edebi bir kişilik olamayacaktım. Çünkü bir anda zuhur eden-etmiş gibi görünen-, küçük sebeplerle patlak veren-vermiş gibi görünen- mutsuzluklarımı, dibe çökmelerimi açıklamak isterken, aklımın köşesinde beliren cümle hep şu oluyordu :
Avusturya- Macaristan İmparatorluğu veliahtının, Saraybosna'yı ziyareti sırasında bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, savaşı başlatan bir kıvılcım olmuştur. 

Ne ben Alice'im, ne de mutluluk tavşan. Arkasından koşmakla ele geçiremiyorum. Koşmuyorum. Yoruldum.

7 Şubat 2012 Salı


Yol herkes için aynı uzunluktaydı.
Bazılarının adımları daha küçüktü ama daha hızlıydı.
Bazıları çok daha hızlı ilerlemek istiyordu ve bazılarının gittiği yolun tarafı daha çakıllıydı.
Daha engebeli, daha engelli.
Bazıları yolda, yolun başında sırtlarına aldıkları yükü taşıyordu.
Hatta bazen yoldan buldukları da ekleniyordu.
O bazıları daha erken yoruldu.
‎"-ecek,-acak" eklerinin getirisiyle kendimizi "Güzel şeyler olacak." düşüncesine inandırmaya çalışırken bir şeyi unuttuk: Geçmişin geleceğindeyiz.
Kafamı karıştırıp beni tüm o karmaşanın içinde öylece bırakıp gidiyordu. Bana da kafamı dağıtmak kalıyordu. Sonra da tüm o dağınıklığı toplamak yine bana kalıyordu. Tüm o dağınıklığın içinde, kafamın çatı katında kalmış ne kadar tozlu, unutulmuş düşünce, habersizce saklanmış duygular, göz önünden kaldırılmış anılar varsa, ortalığa saçılıyordu. Gün yüzüne çıkıyordu. Korktuğum oluyordu. Kafamın kayıp eşyalar kısmı can yakıyordu. Gidenlerin unuttukları toplamak zor oluyordu. Götürdüklerinden haber alamamak çok koyuyordu.
Dağıtmak çok kolaydı da, toplamak çok zor oluyordu. Toplamak hep bana kalıyordu.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Söyleyemediğimiz kelimeleri yutuyorduk. İçimizdeki binlerce kelimeden cümleler meydana geliyordu. Söyleyemediğimiz cümleler, boğazımızda yumru meydana getiriyordu. Yutkunuyorduk, gitmiyordu. Sonra o yumrular ciğerlerimize iniyordu. Söyleyemediğimiz her cümle nefes darlığına sebep oluyordu. Nefes alamıyorduk. Alacağımız her nefes, ayrı bir cümleye takılıyordu. Ya nefesimizi tutacaktık ya da bağıra bağıra tüm cümleleri kusacaktık. Nefesimizi tutmayı tercih ettik.

Hayallerimizin taslakları vardı.
Siyah beyazlardı.
Biz çizdik.
Zamanla resmettik.
Gök kuşağı renklerini benimsedik.
Resimlerden sıkıldık.
Fotoğraflarını istedik.
Resimlerden fotoğraf olamadı.
Olanları siyah beyaz kaldı.
Resimlere benzemediler.
Kafamızdakiler kafamızda kaldı.
Hayallerimiz vardı.
Düş’tü.
Düştü.
Kırıldılar.
Kırıkları göğsümüze battı.
Saat, çok yalnızım saatlerini geçti. Eksik bir şey var saatlerindeyiz. Çok mutsuzum saatlerinde görüşmek üzere. Saat üzülmekten öleceğime gelmeden uyuyun.

5 Şubat 2012 Pazar

Durdu.
Düşündü.
Düş'tü.
Düştü.
                                                         
                                          Söyleyeceklerim bu kadar.
Başkalarının mutsuzluklarına sebep arayıp durmalarınız, ineklerin uçmasının beklemek kadar saçma. Belki ben şu an ilkokulda kaybolan silgimi hatırlayıp üzülüyor olabilirim ya da sizin yüzünüzden bu bahaneye sığınmış olabilirim ve bu sizi hiç mi hiç ilgilendirmez.

4 Şubat 2012 Cumartesi

Sorun elmada değildi. Sorun, bir insanın elmayı sevmesindeydi. Bir insan, bir elmayı nasıl sever? Bir insan, bir elmayı ne şiddette sevebilirdi ki?
Siz ayrı dünyaların insanlarıydınız. Ne diyorum ben. Elma, insan bile değildi. Siz ayrı dünyaların insanları bile değildiniz. Aslında "siz" bile değildiniz. Sen ve elma.

2 Şubat 2012 Perşembe

Sonra, "Ben senin gibi değilim." dedi. "Benim ülkemin hava durumunda hep bulutlar var. Yer yer çok bulutlu, yer yer parçalı bulutlu. Günün belli saatlerinde sağanak yağış var. Yılın belli zamanları hep fırtınalı. Evlerin çatılar uçuyor burada. İnsanlar tutunacak yer bulamıyor. Yılın birkaç gününde de güneş açar. Güneşli hava sadece birkaç gün sürer. Ardından hemen bir sağanak yağış gelir. Benim ülkemde sağanağın ardından gelen fırtınadan da, fırtına öncesi sessizlikten de çok korkulur."
"Ben böyleyim." dedi sonra

29 Ocak 2012 Pazar

İçinde bulunulan boşluk hissi, en ufak ilgiyle kendinden geçmeler, belkiler, boş umutlar, saçma insanlara bağlanmalar, kim olduğunu önemsemeden sadece biri tarafından sevilmek istemeler, her önüne çıkana çocukluğuna kadar her şeyi anlatmalar, gereksiz insanlara sarılmalar, tutunacak yer aramalar...
İnsan bazen öyle bir boşluğa düşüyor, düşerken kendini o kadar kaybediyor, kendinden o kadar uzaklaşıyor ki, asla yapmam dediği şeyleri yapıyor. Sonra gün geliyor, suratına bir kova su atılmış gibi uyanıyor. Fark ediyor.
Boşluklar, herhangi bir parçayla dolmaz. Sadece uygun parçayı beklerler. Boşluklar, sadece tam oturacak parçalarla dolarlar.
Maalesef hayattaki boşluklar "Fiil In The Blanks"boşlukları gibi değil. Uymayınca, uymuyor. Hayattaki boşluklar, boşluk doldurmalı sınavlar gibi hata kaldırmıyorlar.

28 Ocak 2012 Cumartesi


Çocukluğundan itibaren yöneltilen “En büyük hayalin ne?” sorularıyla büyüyen insanlardık. Bir de “İleride kim gibi olmak istersin?” sorusu vardı. Cevaplar bulmamız gerekliydi. Düşünmeye başladık. Küçük dimağlarımızı “kim olacağımız” düşüncesi işgal etmeye başladı. Ağaç yaşken eğilirdi. 15 yıl sonraya ait bir hayal belirledik, kafalarımıza olmak istediğimiz insanın prototipini yerleştirdik. Sonra cevaplarımıza ekledik. Yıllar geçti. Büyümeye başladık, kirlendik, yalanlara bulandık, hayal kırıklıkları yaşadık, öğrendik… Yine de her doğum günümüzde hayallerimizi de “olacağımız kişi”yi de elinden tutup girdik yeni yaşlarımıza. Yıllarca hayal kurduk, her noktayı belirledik, taslaktan çıkarıp resmettik, büyüttük. Sonra bir yere geldik sıcaktan soğuğa geçişte yüzüne vuran rüzgar sertliğinde öğrendik, “o” olamayacağımızı. Ya hayallerimiz gerçekleşmedi ya da bizim resmimize hiç benzemedi. Oysa en güzel renklerle boyamıştık, gök kuşağı misali. Kara kalemden resimler kaldı elimizde. İçimiz karardı. Karanlığa gömüldük. Ümitlerimiz terk etti sonra. Daha da kirlendik. Beklentilerimiz gerçekleşmedi. Beklediklerimiz gelmedi. Beklemeyelim dedik, içimizdeki çocuk izin vermedi. Bekledik, kırıldık. Daha fazla kırılamayız dedik, tuzla buz olduk. Yıllarca uğruna çırpındığımız hayaller, tek tutunduğumuz dalımız beklentiler, umutlar ellerimizden kaydı gitti. Ardlarından bakakaldık. Dilimiz tutuldu. Gidenler, dönmedi. Bekledik. Gelmedi. Dizlerimize tekme yemiş gibi olduk. Ayakta duramadık. “Olacağımız kişi” binlerce kilometre uzağa gitti. Kovaladık. Koştuk, düştük, kalktık, yetişemedik. Biz ayakkabılarımızı bağlarken arkamızdan gelenler, önümüzden gidenler oldu. Göremedik. Bekledik. “Olacağımız kişi” gitti. “Olduğumuz kişi” terk etti. “Olmak istediğimiz” sardı, bırakmadı. Kötü insanlar olduk. Umutsuz. Karamsar. Gitmeselerdi, her şey güzel olacaktı. Sonra birileri “Her şey güzel olacak”ları söyledi. İnanmadık. İnancımız yitirdik. İnsan olmak zor geldi. İnsanlarla olmak zor geldi. Yalnız kalmak istedik, kalamadık. Yalnız kalmamak istedik, kalamadık. Bir “kendimiz” bizi bırakmadı. Hayatta kurtulmak istediğimiz hiçbir şeyden kurtulamadık zaten. Gittik. Gittiğimiz her yere bavulumuzda geçmiş acıları, hayal kırıklarını, kendimizi, umutsuzluğumuzu, düşüncelerimizi, benliğimizi götürdük. Gitmenin hiçbir anlamı kalmadı. Gitmek istediklerimizden gidemedik. Özlendik. Özlenmek istedik. Ait olmak istedik. Olamadık. Hep dışarıda kaldık. Hep arkadan baktık. İyelik eklerimiz kayboldu. İyeliğe sahip olamadık. Koştuk. Düştük. Kalkamadık. Emekledik. Pes ettik. Sevilmek istedik. Kendimizi sevemedik. Sevilemedik. Üzüldük. Ağladık. Haykırdık. “Sev!” dedik. Gitme dedik. Beceremedik. Ağladık. Otobüs yolculukları yaptık. Şarkılara sarıldık. Şarkları sevdik. Kitap kahramanlarına özendik. Başrol olmak istedik, figüran olduk. Ağladık. Bekledik. Gelmedi. Büyüdük. İnancımızı yitirdik. Güvendik. Yanıldık. Kendine güveni olmayan insanlar olduk. Gaz aldık. Kendimize güvendik. Birileri geldi. Egolarını tatmin etti. Egolarımızı yedi. Gitti. “Bakakaldık giden geminin ardından”. Şiirlere sarıldık. Şarkılar dinledik. Sevildiğimize inanamadık, kendimize güvenmeyişten. Sevildiğimize inanmadık, kimseye güvenemeyişten. Mahvolduk. Çocukluğumuzun hayallerini gerçekleştiremedik. Çocukluğumuza ihanet ettik. Olmak istediğimiz olamadık. Bu dünyada hiçbir halt olamadık. Olmak istedik. Yapamadık. Keman istedik. Flüt istedik. Tuval istedik. Top istedik. Yetenek istedik. Sahip olamadık. İye olamadık. İyeliğimiz olmadı. Hiçbir halt olamadık. Hiç kimse olamadık. Akla gelmedik. Unutulduk. Mahvolduk. Çocukluğumuza ihanet ettik. “O” olamadık. Umutsuz kaldık. Mutsuz kaldık. “Mut”u kaybettik. En sonunda neşemizi kaybettik. Başımız sağolsun.Çocukluğumuzu öldürdük.
Gördünüz mü işte : Biz çocukken “o soruları” hiç sormayacaktınız. Gördünüz mü neye sebep olduğunuzu? Çocukluğumuzu küstürdünüz. Sonra bir manyak geldi gecenin 4ünde tüm bunları yazdı gitti. 
Neye sebep olduğunuzu gördünüz mü?

26 Ocak 2012 Perşembe

Mutlu olmak, neşeli olmak, iyi olmak

Bu üçlüyü ne de çok birbiriyle karıştırıyoruz.
Mutluluk, hep bir şeylere bağlı : "Üniversiteyi kazansam, çok mutlu olacağım.", "Bu şehirden gitsem, çok mutlu olacağım.", "O beni sevse, mutlu olacağım." Mutluluk hep bir şeylere bağlı. Bazen soyut, bazen somut. Hep bir elde edişten sonra meydana çıkıveriyor ama hiçbir zaman tam anlamıyla gelmiyor, gelse de koltuğun ucunda oturuyor, kalkıp gidiyor. Çünkü o bütün arzu edilenlerin elde edilişi olmuyor, olsa da kolay olmuyor ya da istenilen surette olmuyor.
He mutlu olan kesim mi? Onlar şanslı kesim. Onlar elde eden. Lütfen bu konunun dışında tutalım. Kıskanıyorum!
Bazı insanlar da nereye gitse, mutsuzluğu da götürüyor. İçinde. Bavuluna biraz pantolon, birkaç kazak, bir de mutsuzluğu tıkıştırıp gidiyor. Gece yan yastığında mutsuzluğu yatıyor, üstüne yorgan örtüyor.
Yani mutsuzluk tam bir orospu çocuğu.
Neşe var bir de. Bak o nedensiz.
Neşeli ol ki genç kalasın.
O hiçbir şeye bağlı değil. İçinde bir çocuk yaşayıp yaşamadığıyla ilgili sadece. Çünkü neşe tam bir küçük kız çocuğu.
Aynı anda hem mutsuz, hem neşeli olabilirsin.
Çünkü mutsuzluk uzun bir süreç ve mutsuz insanlar da kahkaha atar. İşte onun içinde neşe isimli al yanaklı küçük kız çocuğu var.
Yani neşe tam al yanaklı küçük bir kız çocuğu.
İyi olmak var bir de. Bak işte o çok başka.
Mutsuz ol, neşeli ol ama hep iyi ol. En güzel dilek bu bak. Zaten hep iyi'li değil mi tüm dilekler?
İyi geceler, İyi uykular, İyi günler, Kendine iyi bak...
İyi ol. 
Çünkü kimse mutsuzluktan ölmüyor ama iyi olmayan insanlar sürüklenen çuvallardan farksız.
Boş.
Mutsuzken hayat yine aynı rutinde devam eder : Sabah kalkarsın. Belki istemeyerek. Yemek yersin. Belki kusarak. İşe/okula gidersin. Belki söverek. Eve gelirsin. Belki geri geri giderek. Yatarsın. Belki istemeyerek.
İyi olmayan insanlar devam edemez : Sabah kalkmaz. Çünkü zaten yatmamıştır. Yemek yemez. Zaten muhtemelen kusmuştur. İşe/okula gidemez. Çünkü yatağı bırakmaz. Uyuyamaz. Çünkü mutlaka düşündüğü bir şey var ya da gözyaşları izin vermez.
Yani iyi olamamak tam dünyadaki ölüm.
Belki hiç mutlu olmayacaksın.
Belki içindeki çocuk öldü, neşen olmayacak.
İyi ol. Hep iyi ol.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Mutsuz olsan bağıra çağıra mutsuzum diyorsun, mutlu olsan göğsünü gere gere mutluyum diye naralar atıyorsun. Bazen ikisini de olamıyorsun ya da ne olduğunu bile anlamıyorsun. Bazen mutluluğun son durağı, senin düşünmeye başladığın an oluyor. Her şeyi yazabilsen güzel oluyor. Bazen güzel yazıp yazmanın bir önemi olmuyor.
Bazen yazamıyorsun.

19 Ocak 2012 Perşembe

http://fizy.com/#s/14wgcf


Hayatta da duraklar vardı aslında. Her yorulduğumda kendime düşünme araları veriyordum. Gözlerimin her dalışında, eksikleri tamamlamaya çalışıyordum. Konuşulan konulardan, ortamdan anca bu yolla kopabiliyordum. Nereye gittiğim hiç belli olmuyordu ama nereden gittiğim belli oluyordu. Sonra gözlerimin önünde sallanan bir el beliriyordu. “Burada mısın?” Dudaklarımı çizgi film kahramanlarınınki gibi bir yay haline getirip gülümsüyordum. “Hıhı.” Aslında hiç orada olmuyordum.
Kendime göre hayattan bir kaçış yolu bulmuştum yani aslına bakılırsa. Kaçtığım yer de daha parlak bir yer değildi ama. Zaten insan gitmek ister, gider. Gittiğin yerin, geldiğin yeri aratıp aratmayacağı hep bir muamma. Olsun ama. Ne olursa olsun, ben kendime küçük sayfiye yerleri bulmuştum. Gözlerimin daldığı yerler.
Gözlerin daldığında, düşündüğün ben olayım. Hayattan kaçmak istediğin küçük aralarda bana gel. Dinlen. Belki ince belli cam bardakta bir çay içeriz. Sonra dudağımın kenarında, güldüğümde oluşan yaydan öpersin. Gidersin. Çünkü insanlar gider.
http://fizy.com/#s/16l4fa


Sonra dalgalar ayaklarındaki kumu sürükleyip ayaklarını kuma batırırken beklemeye başladı. Daldaki yaprak iki kaşının ortasına düşüverdi. İlk yağmur damlasını içerken hala bekliyordu. İlk kar damlası, bütün siyahları beyaza büründürmeye hazırlanırken beklemeye devam etti.  Çiçekler açıp aşıklar yollarla döküldüğünde hala bekliyordu. Bekledi, bekledi, bekledi… Mevsimler geldi. Mevsimler geçti. Gelmedi. Bekledi, bekledi, bekledi…

10 Ocak 2012 Salı


Sevgilim,
Ne gözlerine methiyeler düzeceğim, ne dudaklarına, ne dudaklarının dokunuşuna. Bilmediğin bir şeye methiyeler düzemezsin de zaten; ama gelseydin, tüm şarkılar, şiirler, romanlar, cümleler senin olurdu. Sen gelmedin. Gelseydin, seni çok güzel sevebilirdim. Sen gelmedin. Ben bekledim. Sen gelmedin.
Gelseydin, dünyanın en güzel gözleri senin olurdu, en güzel sözleri de. Öyle ya, sevgilim dediysem “en” güzeli sen olurdu. Her şeyin “en”i olurdun. Ben bekledim. Sen gelmedin. Ben beklemedim. İnsanlar geldi, insanlar geçti, insanlar gitti. Hayatım tren garına döndü. Gelenler, gidenler, el sallayanlar, arkasına bile bakmayanlar, ağlayanlar… Sen gelmedin. Ben bekledim. Bir gün gideceğini adım gibi bile bile bekledim. Gitsen bile, geldiğin günlere şükretmek için bekledim. Sen gelmedin.
Bir kara göze vuruldular, bir gülüşe, bir söze. Bir dokunuşu sevdiler, bir bakışı. Sen gelmedin, sevmedin. Ben bekledim, sen gelmedin. Çok ağladım, kendime sarıldım, yataklara kapandım, ihtiyaç duydum, kayboldum, bekledim. Sen gelmedin. Sarılsaydın, hemen geçecekti. Sen gelmedin. Zaman geçti, zamanla geçti. Zaman sarıldı. Sen gelmedin.
Ben çok değiştim. Kahvaltıda haşlanmış yumurta yedim, salatada roka yedim, sevmediğim insanlara tebessüm ettim, tahammül edemediğim insanlarla aynı masada yemek yedim, çocukları sevdim, yolların sonunu tahmin ettim, odamı topladım, bardağımı yıkadım, en güzel kıyafetlerimi giydim, en güzel rujumu sürdüm, çok güzel şiirler okudum, şarkılar dinledim, en güzel gülüşümü takındım. Bekledim. Sen gelmedin. Sen şimdi başka bir yerde, başka birileriyle sohbet edip, başka kızlar için ağlayıp içerken ben tanımadığım birine, yabancıya yazılar yazdım. Ben bekledim. Sen gelmedin. Ben beklemiyorum. Sen gelme.
İyi şeyler birdenbire olur, bu kadar bekletmez insanı.
Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar.
Ben beklemiyorum. Sen gelme. Çok bekledim. Sen bilmezsin, ben beklediğim şeylerden soğurum. Sen zaten gelsen de, asla sevemezsin beni, ben de artık seni…
Ben beklemiyorum. Sen gelme.

5 Ocak 2012 Perşembe


Güçlü, ayakları üzerinde durabilen, farkındalığı yüksek, kendinden emin, “biri” olmak için çabalıyorsan, sorguluyorsan; bir yerden sonra o “mutlu” insanları kıskanmaman lazım.
Her gece saatlerce ertesi gün üşümemek için değil de şık görünmek için ne giyeceğini düşünen, en önemli derdi bu olan, yıllarca yapacağı meslek için bir hayali olmayan, tercih anında yazıveren, yüzündeki sivilce yüzünden delice mutsuz olan, kim olduğunu bile umursamadan sadece “sevgili yapmak” için kendini yerden yere atan, gelecek gibi bir derdi olmayan, yaşadığı en büyük problem ailesinin gece dışarı çıkmasına izin vermemesi olan, her gördüğü yeni insan için yıllardır tanıdığı insanları satan insanların neden mutlu olduğunu sorgulama mesela. 
Yüzeysel bakış açılarına sahip insanları umursama. Çünkü senin olmak istediğin “şey”i bu şekilde asla olamayacaklar. Sadece mutlu olacaklar. Sense olmak istediğin “şey” olmadan mutlu olamayacaksın.

Yapabileceği en yanlış şeyi yapmıştı, en yanlış kişiye bağlanmıştı. Hepsi de farkında olmadan olmuştu. Her gün kendininkinin yanına bir sandalye daha çekip aynı masada yemek yiyorlardı. Her gece üzerlerine yorganı çekip, ona sarılıp uyuyordu. Telefonu çalmadığında arayan hep oydu. En güzel monologlarını onunla yapıyordu. Onun şarkısını dinliyordu. Yolda hep birlikte yürüyorlardı. Doğum günü mumlarını birlikte üflüyorlardı. Otobüste, uçakta, metroda yanında oturan hep oydu. Kaybolduğunda yanında hep o vardı. Ona hediye verilmediğinde, veren oydu. Saçları okşanmadığında okşayan oydu. Bir tek o, onu bırakmıyordu. Her yere peşinden gelen tek kişi oydu. Herkes gittiğinde, gelen de oydu. Her gidenin ardından gelen oydu. Her yeni gelen insanın arkasından başını uzatıp “Seni asla bırakmayacağım.” diyen de oydu. Kısa bir süreliğine ayrılsa bile her zaman döneceğini hatırlatırdı hep. Hep “Bekle.” derdi.
Bekle. Onlar gidecek ama ben geleceğim. Ben hep yanında olacağım.
Kalabalıklarda bile elini bırakmayan hep o oldu. Deli dehşet kalabalıkta bir o bırakmadı. Arkadaş sohbetlerinde, her 1 dakikalık suskunlukta kendini hatırlattı.
Elinde değildi onun. O da ona bağlandı. İkisi de birbirine bağlandı.
Sonra o da zamanla hayatındaki bu “en vefalıya” bir isim verdi. Onu adsız çağıramazdı. Yalnızlık dedi ona. Ona bu isim çok yakışmıştı. İkisi de birbirine çok yakışmıştı.
Çok yanlıştı ama. Çok yanlıştı. Ona bu kadar alışmamalıydı. Yanında bu kadar insan varken onu bu kadar özlememeliydi ama biliyordu. Ne de olsa herkes gidecekti ama bir tek o gitmeyecekti.
Yalnızlık’ı onu hiç bırakmayacaktı.